Ege | Konular

İİzmie Evliyaları

AHMED EĞRİBOZİ

Büyük âlim ve büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden. İsmi Ahmed'dir. Eğribozî veya Ağrıbozî nisbeleriyle meşhur olmuştur. Doğum yeri ve tarihi bilinmemektedir. On dokuzuncu yüzyılda yaşamıştır. İzmir'de vefât etti. Kabri oradadır.

Zamânının usûlüne göre ilim tahsilinde bulunan Ahmed Eğribozî Nakşibendiyye yolu büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Kısa zamanda ilerleyip tasavvuf yolunda yükseldi. Bağdat'ta uzun müddet kalıp sülûkünü yâni tasavvuf yolculuğunu tamamladı. Bağdat'ta evlendi. Mevlânâ Hâlid hazretleri kendisine insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatmak husûsunda mutlak icâzet, diploma ve hilâfet verdi. Uzun müddet Bağdat'ta ikâmet etti. Velî, Allâme Seyyid Ubeydullah Hayderî'den de ders aldı. Şeyh Muhammed el-Cedîd ve Şeyh Abdülgafûr hazretleriyle birlikte insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan yola dâvet etti, ders okutup talebe yetiştirdi. İslâm dîninin emir ve yasaklarını anlatmak, onların dünyâ ve âhiret seâdetlerine vesîle olmak üzere İstanbul'a gönderildi. Mevlânâ Hâlid hazretleri vefât ettikten sonra âile efrâdına yardımcı olmak, onların ihtiyâçlarını gidermek için Şam'a dâvet edildi. Oradan İzmir'e gelip yerleşti. Nice yıllar âlimler, talebeler ve halk sohbetlerinde bulunarak ondan feyz aldı.

İlim ve fazîlet sâhibi olan Ahmed Eğribozî, tasavvufda yüksek derece sâhibi olup, mürşid-i kâmil idi. İzmir'de vefât etti.

Anadolu'da yetişen velîlerden. 1880 senesinde Manisa'nın Kula ilçesinde doğdu. Babası Mollazâde Hacı Mehmed Efendidir. İlk tahsiline Kula'da başladı. İlim öğrenmek için babasının rızâsı ile İstanbul'a gitti. Fâtih Câmii Medresesinde uzun yıllar ilim öğrendikten sonra icâzet, diploma aldı. Bu arada tasavvuf yolunu, Sâmi Niyâzî Uşşâkî Efendiden öğrendi. Onun sohbetlerinde kemâle geldi.

Hocası Sâmi Niyâzî Uşşâkî Efendi, talebelerine sık sık; "Akşam ne rüyâ gördün?" diye sorardı. Bir gün Bekr Sıdkı Efendiye sorunca; "Efendim rüyâmda bir meydanlıkta at koşusu vardı. Her at üzerinde bir kişi vardı. Ben ise birbiri üzerine binmiş dört atın en üstündekine binmiştim. Atlar koşuya başladıktan sonra, benim bindiğim atlar en öne geçti ve hedefe en önce vardım. Orada bizlere bakan kalabalık, Bekr Efendi kazandı, diye bana iltifât ettiler." diye anlattı. Sâmi Niyâzî Uşşâkî de; "Oğlum Bekr! Sen dört ilme kavuşacaksın. Birinci at şerîat, ikinci at tarîkat, üçüncü at hakîkat, dördüncü at ise mârifet ilmine işârettir." buyurdu.

Bekr Sıdkı Visâli, ilim tahsîlini tamamladıktan sonra Kula'ya döndü. Bir müddet halı ticâretiyle meşgul oldu. Fahrî olarak, câmilerde insanlara doğru yolu anlattı. Bir süre sonra İzmir'e yerleşerek tâliplerine ilim öğretti.

Bir gün talebeleri ile sohbet ederken bir talebenin kalbine kötü bir vesvese geldi. Bekr Sıdkı Efendi talebelerine tebessüm ile bakıp sohbet ederken, kalbine kötü bir vesvese gelen talebeye bakmaz oldu. Talebe o anda hatâsını anlayıp, Allahü teâlâya yalvardı ve sessizce gözyaşı döktü. Bir süre sonra Bekr Visâli Efendi tekrar o talebeye tebessüm ile muâmele ederek; "Hocanın yanında, kalbinizi kötü şeylerden koruyun." buyurdu.

İnsanlara doğru yolu anlatmakla ömrünü geçiren Bekr Visâli Efendi, 1962 senesinde İzmir'de vefât etti. Bekr Sıdkı Efendinin şiirlerinin toplandığı Hakîkat ve Mârifet Sırları isimli bir dîvânı vardır.

BERGAMALI HACI İBRÂHİM EFENDİ

Anadolu velîlerinden. Hayâtı hakkında fazla bir bilgi yoktur. Doğum ve vefât yerleri ve târihleri belli değildir. On dokuzuncu asırda yaşamıştır.

Hacı İbrâhim Efendi, arpa ve burçak tarlalarında işçilik yaptığı sırada gördüğü rüyâ üzerine Seydişehir'e gidip Hacı Abdullah Dehlevî'nin sohbet ve derslerine katıldı. Kısa zamanda yetişen İbrâhim Efendi, Bergama'ya döndü. Her sene üç aylarda Seydişehir'e gelip, hocasının hizmetinde bulunurdu. On ikinci defâ gelişinde, hocası; "İbrâhim bu sene hacca git." dedi. Mâlî durumu iyi değildi. Hocasına; "Peki." deyip yola çıktı. Hocasının himmeti ile hac farîzasını yerine getirdi. Malî durumu da düzeldi.

İbrâhim Efendi, hocası tarafından zaman zaman çeşitli yerlere, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için gönderildi. Son olarak gönderildiği Mahmûdiye kasabasına yerleşmesi emredildi. Hacı İbrâhim Efendi, sonradan olan vâriyetine, zenginliğine rağmen, hocasının emrine uyarak, mahrûmiyet yeri olan bu kasabaya yerleşti.

İbrâhim Efendi, Dâvûd aleyhisselâm gibi bir gün oruç tutup bir gün yerdi. Ömrünün son günlerinde hocası gibi bayramlar hâriç her gün oruç tutmaya başladı. Gece sabaha kadar ibâdet ederdi. Gece namazlarında Kur'ân-ı kerîmi bitirirdi.

Osmanlı âlimlerinin meşhûrlarından, büyük velî. İsmi Muhammed, babasınınki Ali'dir. Lakabı Zeynüddîn'dir. 1521 (H.929) senesinde Balıkesir'de doğdu. 1573 (H.981)de Birgi'de vefât etti. Kabri, İzmir'in Birgi kasabasında bir tepe üzerindedir. İlimdeki yüksek derecesinden dolayı İmâm-ı Birgivî ismiyle meşhûr olup, Türk âlimlerinin baş tâcıdır. Hanefî mezhebinden olup, asrının en meşhûr âlimlerinden idi.

İmâm-ı Birgivî'nin babası âlim bir zât olup, müderris idi. Önce babasından ilim öğrendi. Babasının derslerinde yetişip, akranlarını geçti. Sonra yüksek ilimleri öğrenmek üzere İstanbul'a gitti. İstanbul'da bulunan meşhûr Semâniyye Medresesi müderrislerinden Ahîzâde Mehmed Efendiden, sonra da Kâdıasker Abdürrahmân Efendiden ders aldı. Büyük bir şevk ve gayretle ilim öğrenip, Semâniyye Medresesinden mezun oldu. Parlak bir başarı ile icâzet imtihânını vererek, müderrislik rütbesini kazandı. Bundan sonra bir müddet İstanbul medreselerinde müderrislik yaptı. Bu vazîfesi sırasında Bayrâmiyye tarîkatının şeyhlerinden olan Abdürrahmân Karamânî'ye talebe olup, onun sohbetlerinde bulunarak tasavvufta yetişti. Daha sonra hocalarından Abdürrahmân Efendinin vâsıtasıyla Edirne'de Kassâm-ı Askerî (Mîrâs taksîm eden kâdılık) vazîfesi yaptı. Bir müddet sonra bu işten de ayrıldı. Sonra uzlete çekilmek yâni dünyâ işlerini tamâmen bırakmak istemişse de, tasavvufta hocası Abdürrahmân Karamânî'nin ısrârı üzerine ders ve vâz vermeye devâm etti. İkinci Selîm Hanın hocası Atâullah Efendi, Birgivî'nin ilimdeki kudretini takdir ederek kendisini, Birgi'de yaptırdığı medresenin müderrisliğine tâyin etti. Bundan sonra orada, talebe yetiştirmek, vaz vermek ve kitap yazmakla ömrünü geçirip, büyük hizmetler yaptı. Yaşadığı bu yere nisbetle "Birgivî" adıyla meşhûr oldu.

Haramlardan sakınmanın önemini ve dünyânın fânîliğini çok iyi anladığından, dînin emirlerini aslâ tâviz vermeden açıklardı. Zamânın âlimleriyle, yazılı ve sözlü pek çok münâzaralara girerdi. Hak bildiğini, ilmî delilleri ile söylemekten hiç çekinmezdi. Birgi'den İstanbul'a gelerek, Sadrâzam Mehmed Paşaya nasîhatte bulunmuştur.

İmâm-ı Birgivî hazretleri duâ ederken; "Ey yardımcıların en iyisi! Ey ümitsizlerin sığınağı! Yâ Erhamerrâhimîn! Ey günâhları örten merhâmeti bol Allah'ım! Habîbin, sevgili Peygamberin hürmeti için ve bütün peygamberlerin, meleklerin, peygamberinin Eshâbının ve Tâbiînin hürmetleri için, günâhı çok olan bizlere acı! Suçlarımızı affeyle!" derdi.

Buyururdu ki:

Mal büyük bir nîmettir. Malı isrâf, Allahü teâlânın nîmetini hakîr görmek, nîmete kıymet vermemek, nîmeti elden kaçırmak, kısaca küfrân-ı nîmet etmek, yâni şükür etmemek olur. Bu ise, nîmeti verenin düşman muâmelesi yapmasına, azarlamasına ve azâb etmesine sebeb olacak büyük bir suçtur. Nîmetin kİymeti bilinmeyince, hakkİ gözetilmeyince elden gider. Şükür edilince ve hakkİ gözetilince elde kalİr ve artar. Cenâb-İ Hak, İbrâhim sûresi, yedinci âyetinde meâlen; "Şükr ederseniz, verdi?im nîmetleri elbette arttİrİrİm." buyuruyor.

İsrâf çok kötü bir huydur. Çirkinliği meydandadır. Kalbi, durmayıp karartan, kemiren, tehlikeli bir hastalıktır. Tedâvisi pek güçtür. Bu sıfat kalbi kaplamadan önce, gidermek ve bu felâketten kurtulmak için bütün ilâçlarına baş vurup uğraşmalıdır. Kurtarması için, cenâb-ı Hakka yalvarmalı, duâ etmelidir. Allahü teâlâ, çalışana, her güçlüğü kolaylaştırır. O, sığınılacak, güvenilecek, biricik yardımcı ve kurtarıcıdır.

"Tasavvuf nedir?" diye sorulunca buyurdu ki:

"Tasavvuf; kalbi kötü huylardan temizlemek ve iyi huylar ile doldurmak demektir. Kalbi ıslâh etmek, her şeyden daha önemlidir. Çünkü kalp, bedende emrine itâat edilen ve her hükmü yerine getirilen bir hükümdâr gibidir. Vücûddaki uzuvlar onun emri altındaki hizmetçilerdir. Bunun için Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "İnsanİn bedeninde bir et parçasİ vardİr. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi olur. Bu kötü olursa, bütün organlar bozuk olur. Bu (et parçasİ) kalbdir." Yâni bu yürek denilen, et parçasİndaki gönüldür. Bunun iyi olması, kötü ahlâktan temizlenip iyi ahlâk ile süslenmek demektir."

İmâm-ı Birgivî, vefâtı yaklaştığı sırada şöyle vasiyette bulundu:

Din kardeşlerime vasiyetim odur ki, hastalığım artınca, ziyâretime geldiklerinde İhlâs sûresini okumayı bana telkîn edip hatırlatsınlar. Allahü teâlânın rahmetini, recâya, ümîd etmeye dâir âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri hatırlatsınlar. Kelime-i şehâdeti söylemeyi telkîn etsinler. Yanİmda; "Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah, eŞhedü enlâ ilâhe illallahü vahdehü lâ Şerîkeleh ve eŞhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü." desinler. Söyle diye zorlamasİnlar. Kelime-i tevhîdi söyledikten sonra baŞka bir Şey konuŞursam, yeniden telkîn etsinler. Söylemezsem o da yetiŞir. Tövbe etmeyi hatİrlatsİnlar. Ölünce başımı kazımayı, koltuk ve kasık kıllarımı yolmayı, bıyık kırkmayı, sakalım traş olmamışsa, traş etmeyi, tırnak kesmeyi yapmasınlar. Çünkü bunlar öldükten sonra yapılmaz. Mümkün ise gusl ettirsinler. Buna imkân yoksa, abdest aldırsınlar. Buna da imkân yoksa, teyemmüm ettirsinler. Kıbleye döndürüp sağ tarafıma yatırsınlar. Yâsîn sûresini okusunlar. Ölürken yanıma kadın ve çocuk koymasınlar. Ağlayıp, inleyip, feryâd etmesinler. Sâlih din kardeşlerim yanımda bulunsunlar. Kalbleriyle teveccüh edip, bu fakir için selâmet ve şeytanın şerrinden kurtulmamı dilesinler. Rûhum kabzolunca gözlerimi kapayıp, çenemi bağlasınlar. Bir kaba buhur koyup, üç-beş veya yedi kerre etrâfımda döndürsünler.

Defin yapılmadan önce, yakınım, velîm olan, helal kazançlı bir kimseden üç yüz akçe borç alsın. Tamahkâr olmayan iki fakir kimse bulsunlar. Beni sevenlerden olması daha iyi olur. Bunları yalnız bir yere götürsünler. Üçünden başka orada kimse olmasın. O üç yüz akçeyi (gümüş veya altını) hesap edip kaç günlük namaza karşılık olursa, Muhammed bin Pîr Ali'nin o kadar namaz iskâtı için sana şunu verdim desin. O da eline alıp, kabûl ettim desin. Gümüşü veya altını alana, aldığı paranın şer'an kendi mülkü olduğunu bildirsinler. O fakir diğerine, Muhammed bin Pîr Ali'nin namaz iskâtı için şunu sana verdim desin. O da eline alıp, kabûl ettim desin. Kendi malı olduğunu bilsin. Lutfedip o da yanındakine, yukarıda bildirdiğimiz şekilde versin. Böylece devredip tamamlasınlar. Doğum târihim hicrî dokuz yüz yirmi dokuz Cemâzil-evvel'inin onuncu günüdür. Ölüm târihi ne zaman olursa, on iki yılını düşsünler. Ne kadar sene kalırsa, onun için devr etsinler. Vitr namazını bile hesap etsinler. Bir vakit namaz için beş yüz yirmi dirhem (2.4 kg) buğday hesâb etsinler. Namaz iskâtının devri tamam olunca, birkaç devir de, verilmemiş zekâtlar için ve sadaka-ı fıtr için, birkaç devir de, kalmış kurbanlar ve adaklar için ve kul hakları için yapsınlar. Bundan sonra, gümüş veya altınlar hangi fakirde kalırsa, kendi güzel arzusu ile velî olan akrabâma veya vasıyy-i muhtârıma, tâyin ettiğim vâsime hediye etsin. O da eline alıp, kabûl ettim desin. Sonra velî olan akrabâm, yüz akçesini ayırıp, ellişer akçe olmak üzere bu iki fakire versin. Sevâbını bu fakîre (bana) bağışlasın.

Bundan sonra iki kimse bulup, müslüman mezarlığında, sâlih bir kimsenin kabri yanında kabrimi kazdırsınlar. Kazmak için, asıl maldan yirmi beşer akçe versinler. Derinliği bir adam boyu, eni yarısı kadar olsun. Kabri kazıp tamamladıktan sonra, kıble tarafını kazsınlar. Bedenim sığacak kadar geniş ve derince olsun. Sonra kefen işine baksınlar. Orta bezden olup, israf etmesinler. Kefeni asıl maldan yapsınlar. Bundan sonra yıkamak üzere, yıkama tahtasına koysunlar. Etrâfımda buhur gezdirsinler. Bir sâlih kimse yıkasın. Sâlih biri de su döksün. Yanlarında başka kimse olmasın. Sünnet üzere yıkasınlar. Önce abdest aldırsınlar. Üçer defâ yıkamaya dikkat etsinler. Suyu çok döküp isrâf etmesinler. Saçımı ve sakalımı, hatmi ile, ısınmış su ile yıkasınlar. Üzerime son dökülen suya kâfûr katsınlar. Yakın velîmiz lutfedip kalan akçeden (paradan) yıkayana ve su dökene yirmi beşer akçe versin. Sonra kefene sarsınlar. Bundan sonra cenâze namazımı kılmaya hazırlansınlar. Dostlarıma haber versinler. Namazımda bulunan cemâat üç safdan eksik olmasın, fazla olursa zararı yoktur. Cenâzem getirilince, yüksek sesle zikr etmesinler. Kabrin yanına gelince, dostlarımdan sâlih bir kimse kabrime insin. Bu fakîri mezarın içine indirsinler. "Bismillahi ve alâ milleti Resûlillah" deyip lahdin içine koysunlar. Kıbleye çevirsinler. Sonra kerpiç ile lahdin ağzını kapatsınlar ve "Yâ Rabbî! Bu ölüyü kabir azâbından koru!" desinler. Kerpiç bulunmaz ise, kamış koysunlar. Ağaç, kiremit, hasır ve tabut koymasınlar. Kuru toprak üzerine koyup, sonra çukuru doldursunlar. Balık sırtı gibi yapsınlar. Bir karıştan yüksek yapmasınlar. Defn iŞi bitince, üzerime bir testi su döksünler. Su dökme?e baŞ tarafİmdan baŞlayİp, ayaklarİma kadar devâm etsinler. Din kardeŞlerimden birisi mezarİmİn baŞİnda dursun ve; "Yâ Rabbî! Kabri yanlarİna do?ru geniŞ eyle. Bu ölünün rûhuna yükseklik ve saâdet ihsân eyle, ondan râzİ ol!" desin. Bir kiŞi de; "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn." (Biz Allah'İn kuluyuz ve yine O'na dönece?iz) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okusun ve; "Yâ Rabbî! Bu ölü senin emrine rücû' etti, döndü. Sen kendisine rücû' edilenlerin hayİrlİsİsİn. Bu kimsenin etrâfİndaki yeri, iki tarafİndan geniş eyle ve bu ölünün rûhuna gök kapılarını aç ve onu güzel bir kabûl ile kabûl eyle. Münker ve Nekir'in suâllerine ve diğer suâllere karşı dilini sağlam ve doğru söyleyici eyle. Cevâbını kolay eyle!" desin. Bundan sonra orada bulunanlara; "Kardeşiniz için magfiret isteyiniz." desinler. Bütün bu işlerden sonra, oturup Kur'ân-ı kerîm okusunlar. Tebâreke ve yedi kerre İhlâs sûresini, Fâtiha ve Muavvizeteyn ve bunlardan sonra tekrar on bir defâ İhlâs sûresini okusunlar. Âyet-el-kürsî, Yâsîn sûresi ve Bekara sûresini sonuna kadar okusunlar. Bu okuduğumuz Kur'ân-ı kerîmi bütün ölülere bağışladık diye ağızdan söylesinler. Oruç, yemîn keffâretleri, Kur'ân-ı kerîm okuma ve duâ tamam olduktan sonra, yakın velîm lutfedip, kalmış olan yüz altmış akçenin altmış akçesini, altmış fakire versin. Bu fakîrin oruç keffâretine niyet etsin. Yüz akçesini de yüz fakire versin. Yemîn keffâretine niyet etsin.

Bundan sonra da telkîn için sâlih ve âlim bir müslüman, mezârımın yanında kalsın. Yüzüme karşı ayakta dursun. Desin ki: "Ey Muhammed bin Meryem!" Bunu üç defâ söylesin. Sonra desin ki: "Dünyâdan şehâdet getirerek çıktığın ahdi hatırla. İbâdete, Allahü teâlâdan başka lâyık ve müstehak kimse yoktur, deyip şehâdet getirmeni hatırla. Allahü teâlâ birdir, ortağı yoktur. Elbette Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın resûlüdür. Elbette Cennet vardır. Cehennem ateşi de vardır. Allahü teâlânın ölüleri diriltip, mahşer yerinde toplaması muhakkak vardır ve olacaktır. Muhakkak ki, Allahü teâlâ mezarlarda bulunan ölüleri diriltir." Sonra üç kerre; "Yâ Muhammed bin Meryem! "Lâ ilâhe illallah" de." Sonra üç kerre; "Yâ Muhammed bin Meryem! De ki Rabbim Allahü teâlâdır. Dînim İslâm dînidir. Peygamberim Muhammed aleyhisselâmdır." desin. Lutfedip mânâsını düşünerek yavaş yavaş okusun. Çabuk çabuk okuyup gitmesin. Sonra; "Yâ Rabbî! Sen bunu yalnız bırakma. Sen mâliklerin hayırlısısın." desin. Sonra dönüp evlerine gitsinler. Üzerime binâ yapmasınlar. Çadır kurmasınlar. Nöbet tutmasınlar. Baş ucuma tanınması, hatırlanması ve duâya sebeb olması için büyükçe bir taş diksinler. Kabrim yıkılacak olursa, tamir etsinler. Üzerime toprak döküp, balık sırtı gibi yapıp, yeni gibi yapsınlar. Bir karış yüksek yapsınlar. Bid'at olan şeylerden kaçınsınlar.

Çoluk-çocuğuma vasiyetim olsun ki, üzerime sesli ağlamasınlar. Allahü teâlâdan magfiret ve rahmet istemelidir. Öldüğüm günde, yedisinde, kırkında ve sene-i devriyesinde yemek pişirip ziyâfet vermesinler. Fakat sevâbını rûhuma hediye etmek üzere sadaka versinler. Çok ihsânda bulunsunlar. Allahü teâlâ kabûl eylesin. Paraları yoksa; ekmek, pirinç, yağ, tuz, soğan versinler ve ne yapabilirlerse, az olsun çok olsun, Allahü teâlâ için verip, sevâbını, kalpleriyle ve dilleriyle bu fakîre bağışlasınlar. Duâ ederken beni hatırlasınlar, unutup gitmesinler. Yine çocuklarıma vasiyetimdir ki; dünyâya düşkün olmayalar, mal ve mevki, makam peşinde koşmayalar. Allahü teâlâya tevekkül edip, faydalİ ilimleri ö?renmeye ve bunlarİ yaymaya çalİŞsİnlar. Sâlih ameller iŞlesinler ve takvâ üzere olsunlar, haramlardan sakİnsİnlar. Meâlen; "Allahü teâlâdan korkanİ, Allahü teâlâ dünyâda ve âhirette her darlİktan kurtarİr. Ona düŞünmedi?i yerden rİzİk verir. Allahü teâlâya tevekkül edene Allahü teâlâ yetiŞir. İhtiyâcİnİ ihsân eder, baŞkasİna muhtaç etmez." (Talak sûresi: 3-4)buyrulan âyet-i kerîmeyi düşünerek okusunlar."

İmâm-ı Birgivî hazretleri, kİymetli eserler yazmİŞ olup, en meŞhûr eserleri Şunlardİr: 1) Tarîkat-İ Muhammediyye: Arapça kİymetli bir eser olup, Ehl-i sünnet âlimleri arasİnda büyük bir îtibâr görmüŞtür. Birçok âlim tarafİndan ŞerhedilmiŞtir. 2) Vasİyetnâme, Birgivî Vasİyetnâmesi adİyla meŞhûr olmuŞtur. Asİrlardan beri okuna gelmiŞ, çok çok kİymetli ve faydalİ bir eserdir. 3) Zuhr-ul-Müteehhilîn: Bu eseri, kadİnlarİn hayz hâllerini bildiren bir kitap olup, çok kİymetlidir. Bu Şerh, İhlâs Vakfİ tarafİndan bastİrİlmİŞtİr. 4) Ravdât-ül-Cennât fî Usûl-il-Îtikâd, 5) Risâletün fî beyânİ Rusûm-il-Mesâhif-il-Osmâniyye, 6) Şerhu el-Hadîs-ül-Erbe'în, 7) Etfâl-ül-Müslimîn, 8) Ziyâret-ül-Kubûr, 9) Nûr-ul-Ahyâ, 10) Cilâ-ül-Kulûb, 11) Muaddil-üs-Salât, 12) Îkâz-ün-Nâimîn, 13) Ed-Dürr-ül-Yetîm fî İlm-it-Tecvîd, 14) HâŞiye-i Hidâye, 15) İmtihân-ül-Ezkiyâ, 16) Risâletün fî Usûl-il-Hadîs, 17) Ta'lîkât ales-Sadr-iŞ-Şerî'a, 18) Risâletün minel Âdâb, 19) Ulûm-İ Âliyye'den bahseden manzûm bir risâle, 20) Risâletün fî Hurmet-it-Tegannî ve Vucûbi İstimâ-il-Hutab, 21) Sihâh-İ Acemiyye (Farsçadİr), 22) Tefsîru Sûret-il-Bekara:Bekara sûresinin yarİsİna kadar yaptİ?İ tefsîrdir, 23) Îkâz-ül-Hâlikîn, 24) Şerhu Lübâb-ül-Elbâb fî İlm-il-I'râb lil-Beydâvî, 25) Dâfiat-ül-Mübtediîn ve KâŞifetü Butlân-il-Mülhidîn, 26) Avâmil:Nahiv ilmiyle ilgili çok meŞhûr bir eseridir. 27) İzhâr: Bu eseri de nahiv ilminde meŞhûr bir kitaptİr. Asİrlardan beri Arabca ö?renen talebelere okutulmuŞtur. 28) Emsile-i Fadliye: Sarf ilmine dâir olup, o?lu Fazlullah Efendiye izâfeten bu adİ vermiŞtir. 29) Kifâyet-ül-Mübtedî fis-Sarf; Ermenekli Süleymân Sİrrİ Efendi bu esere bir şerh yazmıştır.

S'AD EFENDİ

Son devir, Kelâmî Dergâhı postnişînlerinden. İsmi Muhammed Es'ad olup, babasının ismi Muhammed Saîd'dir. 1848 (H.1264) senesinde Mûsul'un Erbil kasabasında doğdu. 1931 (H.1349) senesinde İzmir'in Menemen kazâsında vefât etti. Kabri Menemen'dedir.

Bugünkü Irak Devleti sınırları içinde bulunan Musul'a bağlı Erbil kasabasında dünyâya gelen Muhammed Es'ad Efendi, zamânının usûlüne göre ilim öğrendi. Erbil'deki Hâlidiyye Dergâhı postnişîni olan babası Muhammed Saîd Efendinin terbiyesinde yetişti. Erbil ve Deyr'deki çeşitli âlimlerden ilim öğrendi. 1870 senesinde yirmi üç yaşındayken zâhirî ilimlerden icâzet, diploma aldı. Tasavvufa karşı alâka duydu. Tâhâ-i Harîrî'ye intisâb edip, beş yıl müddetle hizmet ve meclislerinde bulundu ve hilâfet aldı. 1875 senesinde Hicaz'a giderek hac vazîfesini yerine getirdi. Hac dönüşünde hocasının vefâtı üzerine İstanbul'a geldi. İstanbul'da ilk zamanlar Salkımsöğüt'te Beşirağa Dergâhında misâfir kaldı. Sonra Bâyezîd Parmakkapı'da Makasçİlar içindeki câminin müezzin odasİna yerleŞti. Fâtih CâmiindeHâfız Dîvânı ile Molla Câmî'nin Lüccetü'l-Esrâr adlı eserlerini okuttu. Gerek verdiği dersler, gerekse etrafına toplanan kimselere verdiği vâzlarla tanındı. DerviŞpaŞazâde Halil Paşa, saraya dâvet etti ve kendisinden Arapça okudu. Meclis-i Meşâyıh âzâlığına (tekke ve dergâhların idâresiyle vazîfeli meclis üyeliğine) tâyin olundu.Toplantı günleri Meclis-i meşâyıha gitti, diğer günler Fâtih Câmiine gidip derslerine devâm etti. Bu arada evini Bâyezîd Câmii İmâretinin kapısı üstündeki odalardan, meydana bakan bir odaya taşıdı.

Kendisine bir dergâh postnişinliği verilmesi için Şeyhülislâmlık makâmına mürâcaat etti. Fındıkzâde Mâcuncu civârındaki boş bulunan Kelâmî Dergâhı postnişinliğine tâyin edildi. Fakat kendisi Kâdiriyye yolundan icâzetli olmadığı için Kâdiriyye yolu mensuplarından Abdülhamîd er-Rifkânî'den Kâdiriyye yolu icâzeti aldı. Böylece adı geçen dergâhın postnişinlik vazîfesine getirildi. Bu dergâhta bulunduğu sırada insanlara vâz ve nasîhatlarda bulundu.

Muhammed Es'ad Efendi vâzlarından birinde şunları açıkladı:

"Bilindiği gibi Allahü teâlâ insanları dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ulaştırmak için her asrın durumuna ve her devrin îcâbına göre peygamberler gönderdi. Bildirdiği ilâhî hükümlerine uyanları bu sâyede yükseltti. Âlemlere rahmet olarak seçtiği peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselâmı, getirdiği İslâm dîni ile en güzel ahlâkı ve en iyi vasıfları öğretmek gibi yüksek bir vazîfeyle vazîfelendirdi.

İnsanlığın mutluluğa kavuşmasının temeli ve arzu edilen hakîkî medeniyetin özü durumunda olan Kur'ân-ı kerîmin hükümlerine tâbi olmak, insanlığı kurtuluşa götürmüştür. Bu sâyede terakkî ve medeniyet yolunda ilerlemeler ortaya çıkmıştır.

Târih sayfalarına bakıldığı zaman, İslâm güneşi doğmadan önce Arapların çeşitli aşîret ve kabîlelere ayrılmış oldukları görülür. Bu aşîret ve kabîleler dedelerinden, atalarından kendilerine mîrâs gibi geçen buğz ve düşmanlık tesiriyle devamlı çapulculuk ederler ve kanlı muhârebelerinin ardı arkası kesilmezdi. Cahiliye devrinde onların bu bozuk durumlarını düzeltmeye yetecek bir ilâhî kânun da o gün için mevcut değildi. Kendi geleceklerini emniyete alabilecek düsturları da yoktu. Kötü ahlâk âdetâ değişmez huy hâlini almıştı. Mânevî fakirlikle ciğerlerine kadar dolu kimseler, insan sûretinde canavar hâlini almışlardı. Kâinâtın Efendisi ve yaratılmışların medâr-ı iftihârı olan Peygamber efendimizin getirdiği Kur'ân-ı kerîm ve ilâhî hükümler etrafında birleşip toplanan insanlar kısa bir zaman içinde yeryüzünün her tarafına adâlet ve insanlığı yaymaya, mârifet ve medeniyetin nurlarını neşretmeye başladılar. Tevhid inancıyla gönülleri nûrlanan bu insanlar tam bir izzet ve şerefle fazîletli idâreler kurmaya muvaffak oldular.

Şunu da ilâve edebiliriz ki, cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsânı sâdece ilk devirlerde yaşayan İslâm milletine mahsus değildir. Her devirde yüce İslâm dînine tâbi olan bütün milletler, cenâb-ı Hakk'ın inâyetine kavuşacaklardır."

Bir başka vâzında da şunları söyledi:

"Hesâba çekilmeden önce, nefislerinizi hesâba çekiniz." hadîs-i Şerîfine uyarak insanİn herkesten önce kendi noksanlarİnİ arayİp bulmaya ve onlarİ düzeltip tâmir etmeye süratle sarİlmasİ, gerçek mârifet ve gerçek irfandİr."

Muhammed Es'ad Efendi bir ara Halıcılarda bulunan Feyzullah Efendi Dergâhına devâm etti. Çeşitli konularla ilgili hadîs-i şerîflerden derlediği Kenzü'l-İrfân adlı eserini neşretti. Bu eserin zararlı olduğuna dâir verilen bilgi üzerine Sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından 1900 senesinde memleketi olan Erbil'de ikâmete mecbur edildi.

Erbil'de bir kadın tarafından kendisi için inşâ ettirilen dergâhta insanlara İslâmiyetle ilgili bilgiler verdi. 1908 senesinde İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra tekrar İstanbul'a geldi. Kelâmî Dergâhı postnişînliğine getirildi. Kelâmî Dergâhını zemin kat üzerine genişleterek yeniden inşâ ettirdi. Bir müddet burada kaldıktan sonra Üsküdar'daki Selîmiye Dergâhı postnişînliği boşalınca Es'ad Efendiye verildi. Fakat Es'ad Efendi bu vazîfeye kendi yerine oğlu Mehmed Ali Efendiyi gönderdi. Kendisi de arasıra gidip geldi ve bu vazîfeyi oğluyla birlikte yürüttü.

Muhammed Es'ad Efendi bu vazîfesi esnâsında bir sohbetinde ihlâsla ilgili olarak şunları bildirdi: "Din kardeşlerime arz ve ifâde ederim ki, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem ihlâsla alâkalı olarak buyurdu ki: "İnsanlar helâk olmuşlardır, ilmiyle amel edenler müstesnâ. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesnâ. İhlâs sâhibi olanlar için de büyük bir tehlike vardır." Yâni insanlar Allahü teâlâya karşı dünyâda vâki olan kusurları sebebiyle ilâhî adâletin gereği olarak ölümden sonra azâb görecekler ve lâyık oldukları cezâya çarptırılacaklardır. Ancak bu cezâdan müstesnâ olanlar, İslâmî hükümleri ve dînî emîrleri âlimlerden öğrenmiş olanlardır. Bunlar ilimleriyle amel etmedikleri müddetçe meselâ namazın şartlarını ve rükünlerini öğrenip namaz kılmadıkça âhiretteki azaptan kurtulamazlar. Nefislerini tezkiyeye tâbi tutmayanların, kibir, hased, riyâ ve cimrilik gibi kötü huylarından temizlenmeyenlerin amel ve ibâdetleri Allahü teâlânın kabûlüne lâyık olmayacağından, onlar da af ve Allahü teâlânın yardımı yetişmedikçe azaptan kurtulamayacaklardır. İlim, amel ve ihlâsı kendinde toplayan ümmetin ileri gelenleri ise azaptan kurtulmuş demektir. Bunlar için de bir endişe vardır. Nitekim Allahü teâlâ Ra'd sûresi 39. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Allah dilediğini mahveder, dilediğini de isbât eder." buyurmuştur.

Bedenî hastalıklardan kurtulmak için bir doktorun tedâvîsine ihtiyaç duyulduğu gibi, yukarıda beyân edilen kibir, hased gibi kalp hastalıklarının tedâvisi için de mânevî bir doktora şiddetle ihtiyaç bulunduğunu iyi bilmek lâzımdır."

Muhammed Es'ad Efendi 1914 senesinde Meclis-i meşâyıh âzâsı, daha sonra da Meclis-i meşâyıh reisi oldu. Meclis-i meşâyıh reisliği zamânında tekkelerin ıslâh edilmesi için bâzı çalışmalar yaptı. 1915 senesinde Meclis-i meşâyıh reisliğinden istifâ etti.

Kurtuluş Savaşından sonra tekkeler ve zâviyeler kapatılınca Erbil'deki emlâkını satarak İstanbul Erenköy'de bir köşk satın alıp dostları ile oturdu. Tekkelerin kapatılmasından sonra hiç sokağa çıkmamaya karar vererek Erenköy'deki köşkünde münzevî bir hayat yaşadı.

İzmir Menemen'de meydana gelen hâdiselerle ilgisi olduğu iddiâ edilerek evinden alınıp Menemen'e gönderildi. Bir müddet hücre hapsinde tutuldu. Daha sonra rahatsızlığı sebebiyle askerî hastaneye kaldırıldı. Fakat hastalığı gittikçe fazlalaştı. Nihayet 3-4 Mart 1931'de Menemen'de vefât etti ve orada defnedildi.

İstanbul, Anadolu, Yugoslavya ve Bulgaristan'da pekçok sevenleri bulunan Muhammed Es'ad Efendinin yolunu talebelerinden Ramazanoğlu Mahmûd Sâmi Efendi devâm ettirdi. Çok kuvvetli bir hâfızaya sâhib olan Muhammed Es'ad Efendi senelerce önce görüştüğü kimseyi hemen tanır konuştukları mevzûyu hatırlardı. Anadili Türkçe idi. Böyle olmakla birlikte Arapça, Farsça ve Kürtçeyi de ana dili gibi bilirdi. Şâirliği de olan Muhammed Es'ad Efendi Türkçeyi çok iyi kullanırdı. Tasavvufî halk edebiyâtından ziyâde Dîvân edebiyâtını benimsemiş ve Arûz veznini ustalıkla kullanmıştır.



Dergâh-ı pîr-i mugânda hâk-i pây ol Esadâ
Ol zamân anlarsın ancak rütbe-i bâlâ nedir.


(Ey Esad gerçek ve hakîki mürşidin dergâhında ayağının toprağı olursan ancak o zaman en yüce rütbenin ne olduğunu anlarsın.) beyti onun beyitlerindendir.

Eserleri: Muhammed Es'ad Efendinin çeŞitli konularda yazdİ?İ eserleri Şunlardİr: 1) Kenzü'l-İrfân: Muhtelif mevzularda derlenmiş binbir hadîs-i şerîfin tercüme ve izahlarından ibârettir. Eser iki defâ neşredilmiştir. 2) Mektûbât: Bilhassa Erbil'de bulunduğu sırada mensuplarına ve talebelerine yazdığı yüz elli dört mektuptan meydana gelmiştir. Tamâmına yakını Türkçe olmakla berâber birkaç Arapça ve Farsça mektup da vardır. 3) Risâle-i Es'adiyye: Tasavvufun lüzum ve fazîleti ile edeblerinden bahseden küçük bir risâledir. 4) Dîvân: Türkçe ve Farsça şiirlerinin toplandığı eserdir.5) Tevhid RisâlesiTercümesi: Muhyiddîn ibniArabî'nin risâlesininTürkçe tercümesidir.

Bunlardan başka Safvet Efendinin çİkardİ?İ Tasavvuf ile Beyânü'l-Hak ve benzeri mecmualarda neşredilmiş yazıları vardır.

ES'AD İLERİ HOCA

Kurtuluş Savaşının mücâhid gâzilerinden. 1882 (H.1299) yılında Gümülcine'de doğdu. 1957 (H.1377)de İzmir'de vefât etti.

Küçük yaştan îtibâren mükemmel bir tahsil ve terbiye ile yetişti. Gençliğini ve ömrünü ilim meclisleri ile savaş meydanlarında geçirdi. Birinci Dünyâ Savaşında cihâd-ı mukaddes îlân edildiği zaman, halkı dîn-i İslâm ve ümmet-i müslümanı koruma yolunda cihâda teşvik etti. Bunun için bir de broşür çıkardı. Burada cihâd hakkında âyet ve hadîslerin izâhından sonra şöyle demekteydi:

"...Ey din kardeşler! Cümlenin malûmudur ki, Moskof, müslümanlığın kadîm düşmanıdır. İngiliz ve Fransızlar da son zamanlarda müslümanlık âlemine karşı bir cellât kesildiler. İngiliz ve Fransızlar, Rusya gibi gaddâr ve müstebit bir hükümetle elele vererek idâreleri altında bulunan müslüman kardeşlerimize yapmadık fenâlık bırakmadılar. Geçen sene Rumeli fecâyii de onların zâlimâne ve hâinâne tertibleri netîcesinde yapıldı. İşte onların mezâlimi bugün sâha-i cihanda ve üç yüz milyon ehl-i İslâmın uyanmasını ve kalkmasını mûcib oldu.

Bugün Rus, İngiliz, Fransız ahalisi bir araya gelse, toplansa, hüküm ve esâretleri altında bulundurdukları ehl-i İslâmın yarısından azdır. İşte bugün Âlem-i İslâmın en müthiş ve mel'ânetkâr düşmanlarıyla muhârebemiz var. Öyle düşmanlar ki; idâresi altında din kardeşlerimiz envâ-ı mezâlime uğruyor. Lâkin Allahü teâlânın yardımıyla o din kardeşlerimizin göz yaşları Hükûmet-i muazzamamızın ve şanlı ordumuzun tedbir ve gayretleri ve Âlem-i İslâmın vatanperverâne hareketleri ile silinecektir.

Ehl-i İslâmın düşmanı ne kadar çok olursa olsun, Âlem-i İslâmı mahvedemezler. Muhâfaza-i din ve vatana âit şer'an mükellef olduğumuz vazîfeyi lâyıkı ile îfâ edersek netîcede zafer bizimdir. Resûlullah efendimizin dîninin nûrları sönmez. Dîn-i mübîn-i İslâm kıyâmete kadar pâyidâr olacaktır. Dîn-i celîl-i İslâmın hâmisi, Allahü teâlâ ve şefîi Resûl-i müctebâ efendimiz hazretleridir.

Allahü azîmüşşânın ve Resûl-i müctebânın emîrleri mûcibince hareket ve böyle cihâd zamânında malımızı ve canımızı fedâya gayret edelim. Zîrâ gördüğümüz felâketler dûçâr olduğumuz musîbetler artık cana dayandı. Elhamdülillah dünyâ yüzündeki âlem-i İslâm uyandı. Malûmdur ki; dünyâ yüzünde üç yüz milyon müslüman kardeşlerimiz var. Hilâfet makâmının şefkatli, merhametli sancağı altında mesûd ve bahtiyar hayat süren yirmi milyon nüfûs-ı müslime bulunuyor. İran ve Efgan hükümetlerinin idârelerindeki on altı milyondan maâda iki yüz altmış dört milyonu ecnebilerin, düşmanların boyunduruğu, idaresi altındadır. Yazık değil mi? Allahü teâlâyı bir, Peygamberân-ı izâmı hak tanıyan din kardeşlerimiz, hakkı yıkmaya çalışanların esâreti altında bulunuyor, inliyor.

İslâm memleketlerini birçok zamanlardan beri kaplayan felâketleri düşünelim. Koca Endülüs Devlet-i İslâmiyesi ne oldu? Bir fert kalmayıncaya kadar İslâmlar mahvoldu. Yüzden fazla vilâyete sâhip, İslâmın saltanatının merkezi olan o koca müslüman memleketi ne için İslâmların elinden çıktı? Üç yüz bin câmii şerîfi olan ve üç yüz bin minberde hutbe okunan o koca kıtanın, İspanyalıların eline düşmesi acaba nedendir? Hindistan müslümanları neden esâret altına girdi? Neden her karış toprağını ecdâdımızın kanlarını dökerek aldıkları memleketler düşmanlar eline geçti? Neden olacak:


Kişiye zulmeder mi hiç Mevlâsı,
Kişinin çektiği kendi cezâsı...


Yine Kur'ân-İ kerîmde buyrulmuŞtur. Meâl-i Şerîfi: "Bir millete, bir kavme ihsân olunmuş memleketi, nîmeti cenâb-ı Hak ellerinden almaz. Ne zaman ki; o millet, o kavim, o ilâhî nîmetin kadrini bilmez, kıymet-i hakikiyesini takdir etmez, sefâhete gider, nefsinin peşine düşerse hazret-i Allah ellerinden alır." İşte şu sırr-İ celîl-i İlâhî, müslümanlar hakkında zuhûr etmiştir.

Allahü azîmüşşân bize tarîk-i necâtı göstermiştir. Kur'ân-ı azîmüşşânda..." diyerek uzun uzun âyet ve hadîsler zikredip halkı birliğe ve cepheye koşmaya dâvet etmekteydi.

Birinci Dünyâ Harbinin kaybedilip vatanın işgâl altına düşmesinden sonra Es'ad Hoca silâha sarılarak yanına aldığı gençlerle tâ Gümülcine'den beri tıynetlerini iyi tanıdığı Yunan çetelerinin karşısına geçti. Aydın havâlisinde çarpışan Kuvay-ı Milliyeciler içinde cidden çok büyük hizmetler yaptı. Muntazam ordu teşekkül ettikten sonra da millî ordunun fahrî müftüsü sıfatıyla zafere kadar hitâbeti ve silâhıyla din ve vatan uğrunda görülmemiş bir fedâkârlıkla çalıştı. Es'ad Hoca'nın bu devredeki uzun ve teferruatlı mücâdelesinin bir kısmını, millî mücâdele Aydın cephesi kumandanı ve harekât-ı harbiye reisi Tâhir Özerk Bey bir mektubunda şöyle nakletmektedir:

"...Millî mücâdelede, Aydın ve Ödemiş cepheleri harekât-ı harbiye reisi bulunduğum cihetle pek muhterem diğer bir hocamızdan da bahsetmek vecîbedir. O da birinci Büyük Millet Meclisinde Aydın mebûsu olarak bulunmuş olan Hoca Es'ad Efendidir. Aydın'da sultânî mektebinde muallim ve Aydın Hilâl-i Ahmer reisi iken işgâl üzerine silâha sarılarak cephemize gelmiş, hakîkî bir muhârib olarak bizimle muhârebelere iştirak etmiştir.

Yunan, Ödemiş'in Mendegüme üstündeki bayıra, açık ordugâh kurmuştu. Biz de Koçak Deresi ağzında yüz elli mevcutlu bir piyâde taburu ve bu taburun sağında kırk kadar zeybek kızanıyla Mendegümeli Hasan Hüseyin Efe, sol cenahdaki tepede bir kudretli cebel topu ve benim maiyetimde yedi süvâri (muhterem Hoca Es'ad Efendi de dâhil), buna mukâbil düşman bir alay piyâde ve dört toplu bir cebel bataryasından mürekkeb idi. Fecirle berâber savaş başladı. Her neye mal olursa olsun Mendegüme havzasını düşmandan geri almamız esas gâyemiz idi. Bunu da taarruz emîrlerimizde bildirmiştik. Fecrin o ıssızlığı sırasında ordu müftümüz muhterem hocamız Es'ad Efendi kendisi ve topçu askerleri tekbirler getirerek ilk mermiyi biricik topumuzun namlusuna yerleştirtti. Harp kızıştı. Açıkta mevzi alan düşman topçusu, Koçak Deresi ağzına doğru dört mermi attı. İşâretimiz üzerine bizim topumuz açıkta bulunan düşman topçusuna tekbirlerle ateşlendi. Tekbirlerle yerleştirilen bu mermi düşman topunun birinin ağzına isâbet etti, bunu müteâkip de düşman topları üzerine beş mermi daha yollandı. Düşman topları susup yalnız bizim topumuzun patlaması Yunanlıları sarstı, düşman topçusu mühim zâyiâtla perişan bir halde geriye kaçtı. Yunan askerleri bozulup, yüzlerce ölü bırakarak kaçtı. Bizim zâyiâtımız, biri mülâzım olmak üzere üç yaralıdan ibâretti. İki buçuk saat sonra Başören, Küçükören, Mahmutlu köyleri tamâmen düşmandan geri alındı. Biz de muzaffer olarak cephe karargâhı olan köşke döndük.

Muhterem hocamızın gerek muhârebe ve gerek siyâset sâhalarında büyük hizmetleri vardır. Aydın muhârebesinden sonra Yunan mezâlimini İstanbul hükûmetine ve Îtilaf devletleri mümessillerine anlatmak üzere umum halkın mümessili olarak Aydın Belediye Reisi Reşat Beyle birlikte Rodos tarikiyle İstanbul'a gitmesi ve beynelmilel bir tahkik heyetinin gelmesine ve lehimizde rapor verilmesine dâir büyük hizmetlerine paha biçilmez, takdir ve tebcîl-i vecîbedir."

Es'ad Hoca Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisine Aydın mebûsu olarak seçildi. İkinci devrede ise, Menteşe (Muğla) Mebûsu oldu. O gerçekleştirilmesi için üç sene milletçe yekvücut bir halde ve fedâkârca çalışılan Mîsâk-ı Millî'nin tescil ettirilmesini cânu gönülden arzuluyordu. Ancak Lozan heyetinin bu gâyeden uzak faâliyetlerini görünce, şiddetli tenkitlerde bulundu. Mecliste muâhedeye red anlamına gelen kırmızı oy verdi. Bilhassa Batı Trakya Türklerinin mukaddesâtı üzerindeki tâvizkâr politikayı tenkîd eden Es'ad Hoca, yaptığı konuşmada; "Ben Yunan palikaryalarını bilirim. Onlara teslim ettiğiniz Türklerden birgün gelecek; bir torba kemik bile alamayacaksınız." dedikten sonra, Mora ve Girid gibi yerlerde bunun misâllerini nakletti.

Es'ad Hocanın, Kurtuluş SavaŞİ devresinde kaleme aldİ?İ broŞüründen baŞka birkaç küçük kitabİ daha vardİr. Bunlar: Ah Aydın (Şiir şeklinde beyannâme), Verin Zavallılara ve Hilâl-i Ahmer'dir.

Soyadı kanununun çıkmasından sonra "İleri" soyadını alan Es'ad Hoca, 1927'den sonra meclise girmeyerek İzmir'in Torbalı kazâsına yerleşti. Burada bir kenara çekilerek ibâdet ve zikirle münzevî bir hayat yaşadı. Zaman zaman İzmir'in muhtelif câmilerinde halka vâzlar vererek dînî duygularını kuvvetlendirmeye çalıştı. Onlara devamlı olarak çocuklarına din bilgilerini vermeleri için nasihatlar ederdi. 15 Nisan 1957 târihinde İzmir'in Kestane Pazarı Câmisinde vâz vermeye giderken geçirdiği trafik kazâsı sonucu vefât etti.

İZMİRLİ OSMAN NÛRİ EFENDİ

On dokuzuncu asırda İzmir'de yetişen velîlerden. Doğum tarihi belli değildir. İzmir'de doğdu. On dokuzuncu asrın sonlarında yine aynı yerde vefât etti.

Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayanOsman Nûri Efendi, temel din bilgilerinin yanında, Kur'ân-ı kerîmi baştan sona ezberledi. İzmir ve Manisa'da, daha sonra İstanbul'da ilim sâhiplerinin derslerine devâm etti. Yüksek din ilimlerinde ve onlara yardımcı olan âlet ilimlerinde tahsîlini tamamlayarak, hocalarından icâzet, diploma aldı. Ayrıca Kur'ân-ı kerîmin yedi kırâat üzere okunuşunu öğrenip, buna dâir ilmi tahsîl etti. Memleketi olan İzmir'e gidip, Çorakkapı Câmiinde imâmlık yaptı. Güzel sesi ve kırâat üzerindeki engin bilgisi ile, sünnet-i şerîf üzere okuduğu Kur'ân-ı kerîmi dinlemek isteyen müslümanlar, akın akın Çorakkapı Câmiine koştular. Osman Nûrî Efendi de, beş vakit namazda müslümanlara güzel sesi ile Kur'ân-ı kerîm kırâat etti. İhlâsla okuduğu Kelâm-ı ilâhî, müslümanları coşturur, ilâhî aşka garkederdi.

Bu sıralarda, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin halîfelerinden Abdülfettâh-ı Akrî hazretlerinin sohbeti ile şereflendi. Medîne-i münevverede Ahmed Saîd Fârûkî isminde büyük bir âlimin bulunduğu haberini alınca, o zâta karşı aşırı sevgi duymaya başladı. Allah aşkından dolayı dünyânın hiçbir şeyinden zevk almıyordu. 1861 (H.1277) senesinde Mekke-i mükerremeye gitmek üzere yola çıktı. Mekke-i mükerremeye varıp, haccını îfâ etti. Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizi ziyâretle şereflenip, Ahmed Saîd Fârûkî hazretlerinin sohbetine koştu. Altı ay hiçbir yere ayrılmadan, o büyük zâtın derslerine ve sohbetine devâm etti. Ahmed Saîd'in vefâtı üzerine, Mekke-i mükerremede bulunan oğulları Abdürreşîd Sâhib'in hizmetinde uzun yıllar kaldı.Abdürreşîd Sâhib hazretlerinden aldığı feyzlerle Behâeddîn-i Buhârî, Abdülkâdir-i Geylânî, Şihâbüddîn Sühreverdî, Muînüddîn Çeştî ve Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin yollarında kemâle gelip icâzet aldı. Bu esnâda fıkıh ve hadîs ilimlerinde de çok yükseldi. Hocasının vefâtından önce ve sonra, birçok insana ilim öğretti. Mekke-i mükerremede mücâvir kalarak yıllarca insanlara doğru yolu gösterip, ibâdet etmekle meşgûl oldu. Eğinli Hacı Hâfız Mehmed Hulûsî Efendi, İzmirli Hacı Ahmed ve Hacı Edhem efendiler, Yûsuf Dağıstânî Efendi ve ŞirvanlıHâşim Efendi yetiştirdiği talebeleri arasındaydı.

İzmirli Osman Efendi, Resûlullah efendimizin sünnet-i şerîfine, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına harfiyen riâyet eder, mübârek hocalarına tam tâbi olurdu. Bilhassa Abdürreşîd Sâhib'in hâl ve hareketlerini, kendine örnek alİrdİ.Aynen onun gibi, Ramazân-İ Şerîfte Buhârî-yi Şerîf okur, terâvihlerde her gece üç cüz okuyarak on günde bir hatim eder, Muharrem'in onunda Müslim'i hatmeder, Muharrem'in ilk on gününde, haftanın Pazartesi, Perşembe günleri ve kamerî her ayın on üç, on dört ve on beşinci günlerinde oruç tutardı. Hiçbir vaktini boş geçirmez, ağızından boş lâf çıkmazdı.Saatlerce sohbet etse kendisine ve dinleyenlere bıkkınlık gelmezdi. Sohbetinde bulunanlar, saatler sonra bile, ilk sözü imiş gibi aynı dikkat ve iştiyakla ağızlarından çıkacak sözü beklerlerdi.

Konular