Ege | Konular

Afyon Evliyaları

ABAPÛŞ-İ VELÎ

Anadolu evliyâsından. İsmi Bâli Mehmed Çelebi olup, Bâlî Sultan olarak da bilinir. Germiyan şehzâdelerinden Hızır Paşanın oğludur. Dedesi Süleymân Şah, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin oğlu Sultan Veled'in kızı Mutahhara Sultan ile evli olduğundan, soyu Mevlânâ hazretlerine ulaşır. Babası ona, saltanat elbisesi yerine tarîkat abası giydiği için "Abapûş-i Velî" lakabını vermiştir.

Abapûş-i Velî, küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı. Kısa zamanda ilim tahsîlini tamamladı. Ahlâk ve edeb nümûnesi idi. Küçük yaşta Mevleviyye tarîkatı büyüklerinin mânevî bakışlarına kavuştu. İnsanlara doğru yolu göstermek üzere icâzet, diploma aldı.

Devrinin büyük âlimleri ve devlet ileri gelenlerinin çoğu onun sohbetlerini tâkib ederlerdi. Tîmûr Han Afyon taraflarına geldiğinde, onun bölgesine girmedi ve bâzı ihsânlarda bulunmak isteyince; "Bizim abamız, elbisemizi terk ve ihtiyaçsızlık elbisesidir" deyip kabûl etmedi. Tîmûr Han Abapûşî hakkında; "Böyle zatlar boş değildir. Allahü teâlâdan başkasından ne korkarlar, ne bir şey beklerler. Şahların gönüllerinde onların heybeti, korkusu yer etmiştir." dedi.

Abapûş-i Velî ömrünün sonlarını babasından kalan dergâhında yalnız geçirdi. Devamlı ibâdetle meşgûl olurdu. Talebeleri ve sevenleri huzuruna gidip ders ve sohbetlerini dinler, ondan istifâde ederlerdi. Çeşitli zamanlarda insanlar arasına çıkıp, onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatır, herkesi iyiliğe teşvik ederdi.

Vefâtından önce kendi evine geçen Abapûş-i Velî, üç gün sonra 1485 (H.890) senesinde vefât etti. Afyonkarahisar Mevlevî Dergâhının bahçesine defnedildi. Definden sonra bâzı hâller görüldü. Talebeleri bunları hocalarının kerâmeti olarak kabûl ettiler. Bu sırada sâdece görünüşe bakarak konuşanlardan birisi bu hâllerin, talebeler tarafından uydurulduğunu, bunların aslının olmayacağı gibi sözler söyledi. Ayrıca kabre inkâr gözü ile baktığı anda, Allahü teâlânın gazâbına uğrayarak gözleri görmez oldu, dili tutuldu. Baştan ayağa kadar bütün vücûdu titremeye başladı. Bu hâle yakalandığının üçüncü günü kötü bir vaziyette öldü. Allahü teâlânın evliyâsı hakkında uygunsuz konuşmanın, onu inkâr etmenin cezâsını hemen gördü.

ABDURRAHMÂN SULTAN

Horasan'da yetişip Anadolu'da yaşayan velîlerden. Doğum yeri ve târihi bilinmiyor. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin sohbetleriyle kemâle geldi. Anadolu'nun fethinden sonra hicret ederek Afyon'un Başmakçı kazâsına yerleşti. İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi, onların dünyâ ve ahiret seâdetine kavuşmaları için çalıştı. Kabri Başmakçı'da olup ziyâret mahallidir. Hanımı Sultan Hâtun da aynı türbededir. Türbenin kenarından bağ ve bahçelere giden yol geçmektedir. Abdurrahmân Sultan vefât ettikten sonra bu yoldan geçen bir çok kimse, onu abdest alırken ve namaz kılarken görmüşlerdir.

AHMED DEDE (Başmakçılı)

Anadolu'da yaşayan velîlerden. Hayâtı hakkında fazla bir bilgi yoktur. Doğum, vefât târihleri ve yerleri belli değildir. Hangi asırda yaşadığı da bilinmemekte olup, Anadolu Selçuklu Devleti zamânında yaşadığı tahmin edilmektedir. Türbesi, Afyon'un Başmakçı kazâsındadır. Türbede kitâbe yoktur.

İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmakla ömrünü geçiren Ahmed Dede, sağlığında cumâ günleri, cumâ namazını Kâbe-i şerifte kılardı. Bir sohbet esnâsında Başmakçı'nın ileri gelenleri, Ahmed Dede'ye; "Efendi, seni cumâ namazında göremiyoruz. Cumâya gelmiyorsun. Müslüman cumâ namazına gelmez mi?" diye suçlamada bulundular. Ahmed Dede; "Biz hiç bir namazımızı geçirmeyiz. Cumâyı da mübarek yerlerde kılıyoruz." diyerek, durumunu anlatmaya çalıştı ise de, oradakilerden kimse anlamadı. Suçlamaları o derece ileri gitti ki, kaba sözlerle mübârek zâtı itham etme derecesine vardılar. Bu duruma çok üzülen ve incinen Ahmed Dede; "Allah." dedikten sonra mübârek rûhunu teslim etti.

Ahmed Dede'nin vefâtından asırlar sonra Başmakçı'nın Hilâl mahallesindeki harman yerinde bütün çiftçiler samanlarını tınaz yığınları haline getirmişlerdi. Küçük bir ateş kıvılcımından çıkan yangında tınazlar yanmaya başladı. Hafif rüzgârın tesiriyle de yangın yayılıyordu. Bu sırada Ahmed Dede'nin türbesinden doğru bir kuş sürüsü yangın bölgesine gelip, alevlerin etrâfında dönmeye başladı. O sırada, esen rüzgar kesildi. Gökyüzüne yükselen alevler yavaş yavaş küçülmeye ve sönmeye başladı. Yangın sönünce kuşlar yangın bölgesini terk etti. Allahü teâlânın izni ile yangın büyümeden sönmüş oldu.

ÇELEBİ ÂRİF KÜÇÜK

Anadolu'da yetişen Mevleviyye tarîkatının büyüklerinden. Hayâtı hakkında kaynaklarda fazla bir bilgi yoktur. Doğum târihi ve yeri belli değildir. Yedi yaşında babasını kaybetti. Şeyh Küçük Muhammed Efendinin sohbetlerinde yetişip kemâle geldi. İlim öğrenmek ve büyüklerin kabirlerini ziyâret için çeşitli beldeleri dolaştı. Daha sonra tekrar Küçük Muhammed Efendinin dergâhına döndü. Her ne vakit; "Su akmadığı zaman kokar." düşüncesi kalbinde peydâ olsa, hocası ona; "Değişmeyen kokmayan deryâ, deniz ol!" buyurarak ona artık seyâhati, dolaşmayı bırakıp ikâmet etmesini işâret etti. Böylece seyâhati bıraktı. Hocası onu kızı ile evlendirerek kendisine dâmad yaptı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin mânevî işâreti ile hocasının vefâtından sonra yerine geçti.

Çelebi Ârif Küçük, insanlara ilim öğretmek ve doğru yolu anlatmak için hocasının yerine geçince, çekemeyenler iftirâda bulundular. Bolvadin mahkemesine şikâyette bulunup, mahkeme ilâmı çıkarttırdılar. Ancak kerâmet olarak mahkeme ilâmı kendine ulaşmadan, Bolvadin'de bulundu. Mahkemede hasımlar kendisinden hak talebinde bulundular. Yaratılıştaki cömertlikleri sebebiyle istenilen meblağı îtirâz etmeden ödediler ve şöyle buyurdular: "Hasımlarımın bu fakiri tâciz ettiği, rahatsız ettiği akıl sâhipleri indinde mâlumdur. Ancak, bu istenilen meblağın gerekçesinin açıklanmasını istesek, biz onları tâciz etmiş olurduk. Çünkü o zaman işin iç yüzü ortaya çıkardı. Sonra biz bu borçtan berî olduğumuza yemin etsek, dedemiz hazret-i Ebû Bekr'in yolundan ayrılmış olurduk. Zîrâ yok yere ona bin dînar borç isnâd edildiğinde böyle bir borcu olmadığına dâir yemin etmeyip, o borcu verdi. Ayrıca onların bize karşı muâmeleleri sebebiyle sevap kazanmamız, onların ise bizim yüzümüzden cezâlandırılmaları bize uygun düşmez."

Çelebi Ârif Küçük bir sohbetleri sırasında şöyle buyurdu: "Bizden istenilen malı îtirâz etmeden vermekle, o kadarcık bir şey için yemini fedâ etmekten, buna ilâveten aramızda düşmanlığın büyümesinden, pâdişâhımızın başını ağrıtmaktan da sakınmış olduk." Pâdişâh onun bu sözünü işitince çok beğendi. Onu rahatsız edenlerin cezâlandırılmasını isteyince, Çelebi Ârif Küçük onların affedilmelerini arz etti. Teklifi Pâdişâh tarafından kabûl edildi.

Çelebi Ârif Küçük, Büyükkalecik köyüne gitmişti. Etrâfı seyrederken yüksekçe bir kaya görüp oraya merdivenle çıktı. O bölge hep taşlık ve kayalıktı. Etrâfa ibret ve hayranlıkla bakıyordu. Bu sırada köy halkından şakacı birisi, kayaya dayalı merdiveni sakladı. Şeyh Ârif Çelebi inmek için merdiveni aradığında; "Bize bir ikrâmda bulunmadıkça merdiven gelmez." diye latîfe yaptı. Çelebi Ârif Efendi de; "Doğru söylüyorsun." deyip cebinden üç avuç dolusu para serpti. Herkes para toplamakla meşgul iken, Allahü teâlânın izni ile herkesin gözünden kaybolup, dergâhındaki odasında oturdu. Biraz sonra orada bulunanlar yerden paraları toplayıp doğrulduklarında taşın üstünde Çelebi Ârif Efendiyi göremediler. Etrâfı aradıkları halde bulamadılar. Herkes şaşırıp kaldı. Durumu haber vermek için dergâha gittiklerinde, Ârif Efendiyi odasında oturuyor buldular. Nasıl geldiğini sorduklarında; "Bu bize ecdâdımızdan mîrâstır. Bunda garib bir şey yoktur." buyurdu.

DESTÎNE HÂTUN

Konya'da yetişen evliyâ hanımlardan. Mevleviye tarîkatının büyüklerinden. On yedinci yüzyılda yaşadı. Babası, Mevleviye tarîkatının ileri gelenlerinden Şeyh Muhammed'dir. Doğmadan önce annesi rüyâsında Şeyh Dîvânî'nin kendisine süslü bir bilezik taktığını, ayrıca bir bilezik daha verip; "Bu da doğacak kızınızın." dediklerini gördü. Rüyâsını ertesi gün beyine anlatınca, doğacak çocuğun kız olacağına, ona Destîne ismi konmasına işâret vardır, diye yorumladı. Doğum târihi belli değildir.

Destîne Hâtun küçük yaştan îtibâren ibâdet etmek, Allahü teâlânın be?endi?i iŞleri yapmak, nefsinin istedi?i Şeyleri yapmamakta çok gayretli olup, dünyâ süsüne ve lezzetlerine kİymet vermezdi. Babasİndan; tefsîr, hadîs ve medreselerde okutulan bütün ilimleri ö?rendi ve Mesnevî'yi incelikleri ile okudu. Zamânİnİn büyük bir kİsmİnİ, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin türbesinde sâlihâ hanİmlar için yapİlan kafeste ibâdet, zikir ve murâkabe ile geçirirdi. Babasİnİn vefâtİndan sonra dergâhİ idâre etmek kendisine kaldİ. Fakat Mesnevî okutmak ve ders vermeye babasİnİn yetiŞmiŞ talebelerinden birisini tâyin etti. Herhangi bir müşkil ortaya çıktığında ve bir husus hakkında görüşü alınmak istendiğinde, yazılı olarak kendisine arz edilir, o da cevap gönderirdi.

Karahisar Mevlevî Dergâhına âit vakıflar vardı ve dergâha mensup kimseler tarafından işletiliyordu. Devlet, Mevlevîleri bâzı yükümlülüklerden muaf tutmuştu. O sırada Karahisar sancağı vâlisi bâzı kötü kimselerin teşviki ile devletin Mevlevîlere tanıdığı muâfiyet hakkına riâyet etmeyip, sırf onların mallarını müsâdere etmek için iftirâ ile zengin olanları yakalatıp hapsettirerek, mallarına el koydu. Bunların çoluk-çocuğu gelip durumlarını Destîne Hâtuna anlattılar. O da; "Eğer vâli onları hapisten çıkarmazsa yakalanacağı hastalıktan kurtulamaz." diyerek gelenleri teselli etti. O sırada vâli çeşitli yerlerinden rahatsızlandı. Doktorlara gidip ilaç kullandıkça hastalığı daha da arttı. Vâlinin hanımı, Destîne Hâtunu sever ve ona hürmet gösterirdi. Kocasının rahatsızlığına çâre bulunamayınca, Destîne Hâtundan duâ istemeye gitti. Destîne Hâtun; "Sevdiklerimiz hapisten ve ayakları zincirden kurtulmadıkça murâd hâsıl olmaz." dedi. Vâlinin hanımı bunları işitince kocasının hastalık sebebini ve o kadar tedâvî görmesine rağmen niçin iyileşmediğini anladı. Durumu kocasına bildirince, derhal hapsettiği o şahısları serbest bıraktı. O anda iyileşti ve yaptığına pişmân oldu. Allahü teâlânın lütfu ile hastalıktan kurtulmasının şükrânesi olarak dergâhta bulunanlara ikrâmda bulundu.

Destîne Hâtun, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin türbesi yakınlarında dar ve karanlık bir odada yaşardı. Gündüzleri oruç tutar, vakitlerini Allahü teâlâyı anmakla geçirirdi. Allah korkusu ile göz yaşları dökerdi. Onun bu hallerini görüp, gönülleri râzı olmayan sâlihâ hanımlar; "Kendinize çok eziyet ediyorsunuz. Birazcık bedeninizin rahatını düşünseniz olmaz mı?" dediklerinde, onlara; "Bunlarsız olmaz. Binicinin serkeş, dikbaşlı, itâatsız ata yumuşaklık yapması onun serkeşliğini arttırır." diye cevap verirdi.

Destîne Hâtun'un bedeni zayıf idi. Bir kerre yanına gelenler bir tek post üzerine oturduğunu ve üzerinde eski bir elbise olduğunu gördüler. "Bedeninizi rahat tutacak birkaç elbise ile birkaç yaygı alsak." dediklerinde; "Biz postu, Allahü teâlânın yolunda ayağımızın altına koyduk. Üstelik bu, Allah yolunda kurban olan koyunun postudur. O binlerce güzel elbiseden daha iyidir." buyurarak dervişlerin post üzerine oturmalarının sırrını da beyân etmişlerdir.

Küçük Muhammed Efendinin annesi vefât edince, Destîne Hâtun onu yanına alarak, bizzat terbiyesi ile meşgul oldu ve yetiştirdi. Maddî ve mânevî her şeyini ona teslim etti. Dergâh işlerini ona bırakıp, kendisi bütün dünyevî alâka ve düşüncelerden sıyrılıp, odasında ömrünün sonuna kadar uzlet ve yalnızlık hâlinde kaldı. Seksen senelik ömrünü hep Allahü teâlâ ile berâber bulunarak, âhireti düşünüp hazırlık yaparak geçirdi. Bu halde iken vefât etti.

FURÛRÎ MEHMED DEDE

Sultan Divânî hazretlerinin mürididir. Yavuz Sultan Selim Hanın askerlerine cebinden çıkardığı sıcacık pişmiş ekmekleri dağıtması meşhurdur. Kabri Afyon'da Mevlevî Dergâhındadır.

HACIM SULTAN

Anadolu'da yaşayan büyük velîlerden. İsmi Recep'tir. Soyu Peygamber efendimize dayandığı rivâyet edilir. Doğum ve vefât târihi belli değildir. On dördüncü asırda yaşamıştır. Hacı Bektâş-ı Velî'nin yakınlarındandı.

Hacım Sultan, Bektaş-ı Velî ile Anadolu'ya, insanlara doğru yolu anlatmak için gönderildi. Hacı Bektaş-ı Velî ile Hacım Sultan, Kâbe'ye doğru yola çıktılar. Günlerce süren yolculuktan sonra Kâbe-i muazzamaya geldiler. Tavâftan sonra kırk gün Arafat Dağında riyâzet çekip, Allahü teâlâdan vazîfelerini yerine getirebilmek için yardım istediler. Sonra Medîne'ye giderek Peygamber efendimizi ziyâret ettiler. Daha sonra Anadolu'ya gittiler. Anadolu'ya geldiklerinde Hacı Bektaş-ı Velî, Hacım Sultan'ı Germiyan iline gönderdi.

Hacım Sultan, Afyonkarahisar civârında bir köyde konakladı. O köyde bulunan Bağlu Baba isimli sâlih ve velî bir zâtla görüştü. Bu sırada köylüler gelip Hacım Sultan'a; "Ey garip! Bizim sığırlarımızı, hayvanlarımızı güt." dediler. Hacım Sultan bu isteklerini kabûl etmedi ise de, ısrarlara dayanamayıp; "Mâdem çok istiyorsunuz, sığırlarınızı getirin." dedi. Köylü, sığırlarını toplayıp Hacım Sultan'ın yanına getirdi. Sığırlar içerisinde bir büyük kara boğa vardı. Hacım Sultan o boğaya; "Ey kara boğa! Allahü teâlâ için sen bu sığırları akşama kadar güt!" dedi. Kara boğa bu sözleri işitince gelip, Hacım Sultan'ın ayağına yüz sürdü. Sonra kalkıp, sığırları süse süse önüne katıp götürdü. Akşama kadar güttü. Akşam olunca sığırları evine getirdi. Kara boğa sığırları bu şekilde güderken, Hacım Sultan ibâdetle meşgûl oluyordu.Kara boğa, sığırları öyle güdüyordu ki, sığırlar hiç kimsenin ekinine zarar vermiyordu.

Köyde yaşlı bir kadının tek ineği vardı. Götürüp sığırların yanına güdülmesi için bıraktı. Bunu fark eden Hacım Sultan kadıncağıza; "Vâlide! Allahü teâlânın emri ile bu ineği kurt yer. Sığıra salma." dedi. Kadın onun sözlerine kulak asmayıp, ineğini sığırların yanında otlamaya gönderdi. Sığırlar otlarken kadının ineği sığırlardan ayrıldı ve başka bir yere gitti. O sırada bir kurt ineğe rastlayıp ineği yedi. Akşam olunca bütün sığırlar evlerine geldiği halde, kadının ineği geri dönmedi. Çocukları bir müddet aradılar ve ineği bulamadılar, sonunda; "O divâne bu ineği satmıştır. Yoksa bu kadar aramadan sonra bulurduk." dediler. Hacım Sultan; "Sizin ineğinizi falan yerde kurt yedi." deyince, kadının çocukları; "Kâdıya gidelim." dediler. Hep birlikte kâdının huzûruna vardılar. İnekleri kaybolan çocuklar kâdıya:

"Efendim! Bu divâne bizim sığırlarımızı güder. Fakat kendisi gitmez. Büyük bir kara boğa sürüyü güder. Bu ise bir eve çekilip orada ibâdet ve riyâzetle meşgûl olur. Kendisine sorun ineğimizi ne yaptı?" dediler. Kâdı; "Ey divâne! Bunların ineğini ne yaptın." diye sordu.Hacım Sultan; "Biz, bu ineği salma diye işin başında analarına söyledik, îkâz ettik. Allahü teâlânın emri ile bu ineği kurt yer, dedik. Sözümüze kulak asmayıp otlamaya gönderdi. Bu yüzden ineklerini kurt yedi." dedi. Kâdı; "İneği kurt yediğini nereden bilelim. Eğer gören varsa getir, şâhitlik etsinler." deyince, Hacım Sultan; "Evet şâhitler vardır. Gidip getireyim." dedi ve getirmek için dışarı çıktı. İneğin kurt tarafından parçalandığı yerde kayalar vardı. Bir miktarını parçalayıp onlara; "Gelin ineği kurt yediğine şâhitlik edin." dedi.

Taş parçaları Allahü teâlânın emri ile Hacım Sultan ile birlikte kâdı huzûruna geldiler. Kâdı durumu görünce hayretler içinde kaldı. Taşlar Allahü teâlânın izni ile konuşup; "İneği bizim yanımızda kurt yedi. Bu hususta şâhitlik ederiz. Eğer inanmazsanız adam gönderin, ineğin başını ve derisini getirsinler. Sizler de görün." dediler. Birkaç kişi, denilen yerden ineğin başını ve derisini getirdi. İnsanlar durumu görüp hayrette kaldılar. Kâdı, Hacım Sultan'ın mübârek bir zât olduğunu anlayıp, özür diledi. Hacım Sultan orada bulunanlara hayır duâ etti. "Bizim vazîfemiz vardır. Siz Allahü teâlâya emânet olun." diyerek o köyden ayrıldı. Bu sırada köy halkı; "Efendim bu kadar zamandır bizim sığırlarımız ile ilgilendiniz. Size hakkınızı verelim." dediler. Hacım Sultan; "Benim hakkım beni bulur." dedi. Hacım Sultan yola çıkınca, kara boğa arkasına takıldı. Köy halkı kara boğanın önüne geçip gitmemesi için ne kadar uğraştılarsa da karşı çıkamadılar.

Hacım Sultan Afyonkarahisar'a varınca, bir süre burada kaldı. O sırada Karahisar Beyi Tokuz isimli bir şahıstı. Karahisar halkı beyin yanına gidip; "Falan kayanın yanında bir derviş kırk gündür yemez içmez. Devamlı Allahü teâlâya ibâdet eder. Yanında da kara bir boğa var." diye anlattılar. Bey; "Gelin yanına birlikte gidelim." dedi. Huzûruna varınca, Hacım Sultan onlarla bir müddet konuşmadı. Sıcak bir gündü. Herkes çok susadı. Bey, "Eğer bu mübârek bir zât ise, bize su verir. Biz de içeriz." diye içinden geçirdi. Beyin bu düşüncesi Allahü teâlânın izni ile Hacım Sultan'a mâlum oldu. "Yâ Allah!" deyip kalktı ve elini kayaya vurduğu gibi, kayadan berrak bir su çıktı. Bunun üzerine Tokuz Bey, af dileyip; "Efendim, bizi bağışla. Duâ ve himmet eyle. Bizim şeyhimiz rehberimiz ol. Sana bir dergâh yapayım. Bâzı köyleri vakfedeyim. Dört-beş hizmetçi vereyim." deyince, Hacım Sultan; "Ey Bey! Allahü teâlânın emriyle hocam bana; "Senin makâmın Germiyan'da Susuz denilen yerdir. Git orada otur." buyurdu. Biz oraya gideriz. Bu pınarcık bizim yâdigârımız olsun. Şimdi siz kendi yerinize gidin." dedi.

Hacım Sultan daha sonra o pınardan abdest alıp, namaz kıldıktan sonra Sandıklı'ya doğru yola çıktı. O zamanlar Sandıklı'da Hacı isimli sâlih bir zât vardı. Bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz ona; "Ey Hacı! Bizim evlâdımızdan bir kişi vardır. İsmine Hacım derler. Var onunla yâren ol." buyurdu. Derviş Hacı uyanıp, sabah namazını kıldıktan sonra Hacım Sultan'ı aramaya başladı. Yolda giderken kendi kendine; "Aceb o zâtı nasıl bulurum?" diye düşünürken, bir zâtın zikretmekle meşgûl olduğunu gördü. Yanında kara bir boğa vardı. Yanına gidip selâm verdi. Hacım Sultan selâmı alıp; "Hoş geldin benim vefâlı yârenim Derviş Hacı." dedi. Derviş Hacı; "Ey Efendim! Size kim derler?" diye sordu. Hacım Sultan; "Hacı Derviş, anamızın verdiği isim Recep'tir. Fakat hocalarım bize Hacım ismini verdiler." dedi. Derviş Hacı bunları duyunca, hemen Hacım Sultan'ın ellerine kapandı ve yârenliğe kabûl etmesi için yalvardı. Hacım Sultan bir müddet de Sandıklı'da kaldı.

Bir gün Hacım Sultan'ı o beldeden kovalamak isteyenler toplanıp; "Ona söz fayda vermez. Onu dövelim. Evlerimizin yakınında onu yatırmıyalım. Birkaç adamı gönderip, onu oradan kovsun." dediler. Onların bu plânı Allahü teâlânın izni ile Hacım Sultan'a mâlum oldu. "Kader böyle imiş. Bize burada râhat olmaz." dedi.

Akşam yakındı. Hacım Sultan kalkıp abdest aldı. Akşam namazını kıldı. Sonra Yâsîn-i şerîf, Vâkıa, Enbiyâ, İhlâs, Fâtiha ve Bekara sûrelerini okuyup, Peygamber efendimizin mübârek rûh-ı şerîfine, âline, eshâbına evliyânın rûhuna sevâbını bağışladı. Sonra yüz kere salevât, bin kere istiğfâr getirdi. Niyet eyledi: "Burada kalmak uygun mudur?" dedi. Bir mikdâr uyudu. RüyâsındaPeygamber efendimizi gördü ve mübârek elini öptü. Bu esnâda Peygamber efendimiz; "Ey ciğerpârem Hacım! Senin yerin burası değil. Senin yerinSusuz denilen yerdir. Allahü teâlânın emri ile var, orada yerleş. Hem bu kavim sizi sevmedi. Sana kasdederler. Benim evlâdıma kasdedenler, kötülük düşünenler yarın kıyâmet gününde yüzleri kara olup, benim şefâatimden mahrum olurlar." buyurdu.

Hacım Sultan uyanınca, yanında bulunan Derviş Hacı'ya; "Rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm."Senin yerin Susuz denilen yerdir." buyurdular. Yalnız senin yerin burasıdır. Sen burada kal. Ben oraya gideceğim." dedi. Derviş Hacı; "Aman Sultanım! Ben senden nasıl ayrılırım?" deyince, Hacım Sultan; "Hayır bu, böyle olacak. Allahü teâlâya emânet ol." diyerek yola çıktı. Hacım Sultan aleyhine çalışan topluluk, onu öldürmek için geldiğinde, Hacım Sultan'ı yerinde bulamadı. Elleri boş döndüler. Sonra bunlar, Allahü teâlânın gazâbına uğrayarak bir hastalığa yakalandı ve birçoğu öldü.

Hacım Sultan Susuz'a vardıktan bir müddet sonra rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Hacım Sultan Peygamber efendimizin elini öptü. Peygamber efendimiz ona; "Ey ciğerpârem Hacım! Senin makâmın burasıdır. Burada karar eyle. Senin ömrün burada geçer. Allahü teâlâdan râzı ol. O'na tevekkül eyle." buyurdu ve bâzı nasîhatlarda bulundu. Hacım Sultan uykudan uyanınca, Allahü teâlâya şükretti.

Hacım Sultan'ın ikâmet ettiği yerde yörükler topluluğundan bozuk îtikâd sâhibi bir grup vardı. Bir gün Hacım Sultan'ın yanına gelerek; "Sen kimsin? Nereden geldin?" diye sordular. Hacım Sultan; "Hicaz'dan gelirim." deyince; "Öyleyse buradan git. Bizim yerimizde ne ararsın?" dediler. Hacım Sultan; "Buraya Allahü teâlânın izni, Peygamber efendimizin işâreti,Ahmed Yesevî ve Hacı Bektâş-ı Velî'nin duâsı ile geldim. Burası bizim makâmımız, yerimiz oldu." buyurdu. Onlar ısrarla gitmesini, yoksa zarar vereceklerini söylediler. Hacım Sultan oradan ayrılmayınca, zarar vermek istediler. Allahü teâlânın izni ile zarar veremediler. Hacım Sultan, Allahü teâlâya; "Bunların şerrini benim üzerimden def eyle." diye duâ etti. Allahü teâlâ bu kabîleye bir hastalık verdi ve pek çok kimse öldü. Bunun üzerine kabîlenin ileri gelenleri Hacım Sultan'dan af dilediler. Hacım Sultan da; "Allahü teâlâ üzerinizdeki belâ ve musîbeti def eylesin." diye duâ edince, kabîle hastalıktan kurtuldu.

Kısa zamanda Hacım Sultan'ın ismi her tarafa yayıldı. İnsanlar akın akın onun ziyâretine koştular. Sevenleri bir araya gelip adına bir câmi yaptırdılar. Hacım Sultan, burada ibâdetle meşgûl olur, gelenlere nasîhat ederdi.

Horasan'da Burhan isminde zahid bir derviş vardı. Peygamber efendimizin soyundan olanları çok severdi. Dâimâ; "Yâ Rabbî! Bana bir evlâd-ı Resûlün eteğine yapışmamı nasîb eyle." diye duâ ederdi. Bir gece ibâdetlerini yapıp uyuduktan sonra şöyle bir rüyâ gördü: Rum diyârına gitmişti. Diyâr-ı Rum erenleri bir yerde toplanmışlar, ibâdet ve sohbet ediyorlardı. O sırada bir derviş geldi. Nurlu bir zât olup, görenin kalbine Allah sevgisi gelirdi. Bu zât Hacım Sultandı ve Derviş Burhan'a; "Hoş geldin benim yârenim Derviş Burhan. İstiyorsan, Rum diyârında Germiyan iline gelip bizi bulasın." dedi.

Derviş Burhan uykudan uyanınca, kalbini sevgisinin doldurduğu zâtı aramak için yola çıktı. Germiyan iline geldiğinde, acaba o mübarek zatı nasıl bulurum, diye düşünürken kendi kendine; "Beni tâ Horasan'dan buraya çeken zât ayağına getirmez mi?" dedi. Allahü teâlânın izni ile dolaşırken yolu Hacım Sultan'ın bulunduğu yere düştü. Bir tepenin üzerinde Hacım Sultan'ı gördü. Rüyâsında gördüğü zât olduğunu anladı ve hemen yanına gitti. Selâmını alan Hacım Sultan; "Hoş geldin Derviş Burhan!" dedi.Derviş Burhan, Hacım Sultan'ın elini öperek talebeliğe kabûl etmesini ricâ etti. Talebeliğe kabûl edilen Derviş Burhan, uzun yıllar Hacım Sultan'a hizmet etti.

Hacım Sultan vefâtı yaklaşınca, yerine Burhan Efendiyi halîfe bıraktı. Susuz'da vefât eden Hacım Sultan, burada defnedildi. Kabri Afyon'un Sandıklı ilçesinde Susuz diye anılan yerdedir. Vefât târihi belli değildir.

KARAHİSÂRÎ ABDÜRRAHÎM EFENDİ

Doğum tarihi ve hayatı hakkında fazla bilgi bulunamayan Abdürrahîm Efendi Akşemseddîn hazretlerinin talebesi ve halîfesidir. İstanbul'un fethinde bulunmuş, sonra hocasıyla berâber Göynük'e gitmiştir. Zengin ve köklü bir âiledendir. 1483 yılında, bütün servetini ve kitaplarını Afyon'da yaptırdığı mescide vakfetmiştir. Türbesi Afyonkarahisar'da Kasımpaşa Câmiinin yanındadır. Velî olması yanında şâirliğiyle de tanınmış olup, Münyet-ül-Ebrâr ve Gunyet-ül-Ahyâr, Tercüme-i Kasîde-i Bürde, Risâle fî Eşrât-is-Sâ'a ve Vahdetnâme adlı eserleri vardır

SULTAN DÎVÂNÎ

Afyon'da yaşayan büyük velîlerden. İsmi Mehmed Çelebi olup, babası büyük velî Abapûş-i Velî'dir. On altıncı yüzyılda yaşamıştır. Afyon'da doğdu. Doğum târihi belli değildir. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Sultan Dîvânî, babasının yanında yetişti. Abapûş-i Velî zamânında Afyon'da şiddetli bir vebâ salgını hüküm sürdü ve yakınlarını birer birer kaybetti. Abapûş-i Velî'ye bir gün en çok sevdiği küçük oğlu Mehmed Çelebi'nin vefât haberi geldi. O zaman, Abapûş-i Velî; "Hakk'ın rahmetine mi kavuştu? Hayır yanlışınız var, uyuyor o. Bu sefer yanıldınız." dedikten sonra, hemen küçük oğlunun yattığı odaya sessizce girdi. Üzerindeki örtüyü kaldırarak; "Uyuyor musun Mehmed'im? Bu ne uykusu? Senin bu dünyâda hizmetin var. Uyan Mehmed'im uyan!" dedi. Mehmed Çelebi, uykudan uyanırcasına, tatlı bir mahmurlukla gözlerini açtı ve babasına uzun uzun baktı.

Abapûş-i Velî hemen oğlunu dergâha götürerek, kırk günlük riyâzet ve uzlete soktu. Bu müddet içinde Sultan Dîvânî tasavvufta büyük dereceler elde etti. Babasının sağlığında, yerine geçerek talebe yetiştirmeye başladı.

Sultan Dîvânî, babasının yerine geçtikten sonra, Konya'ya Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin kabrini ziyâret için yola çıktığında şehrin ileri gelenleri tarafından uğurlandı. Yolun yarısında Beşâre denilen yere geldiğinde Konya'dan karşılamaya gelenler oldu. Sultan Dîvânî burada nice tesirli sohbetler yaptıktan sonra yoluna devâm etti. Konya'da Celâleddîn-i Rûmî'nin kabr-i şerîflerini ziyâreti esnâsında, Sultan Dîvânî'yi bir hal kapladı. Bu durumu garipsiyenlerin halleri Sultan Dîvânî'ye mâlûm olunca, dergâh hamamının yanmakta olan ocağına girdi.Allahü teâlânın izni ile ocaktaki ateş ona hiç tesir etmedi. Bu durumu gören sû-i zan sâhiplerinin kalplerindeki bozuk düşünceler kayboldu ve o büyük zâta samîmî olarak bağlandı.

Tîmûr Han zamânında, devlet hazînesinin süsü olmak üzere bir fermanla Celâleddîn-i Rûmî'ninDîvân-ı Kebîr'i türbeden alınarak Mâverâünnehr'e götürüldü. Daha sonra bölgede çıkan karışıklıklar sırasında Dîvân-ı Kebîr bozuk bâtınî fırkasından olan Şah İsmâil'in eline geçti. Bu yüzden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sultan Dîvânî'ye mânevî işâretle Dîvân-ı Kebîr'i o bid'at ehlinin elinden kurtarması, eski yerine koyması emredildi. Bu sebeple Afyon'dan yola çıkan Sultan Dîvânî, önce Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin kabrini ziyâret etti. Sonra İran'a doğru yola çıkan Dîvânî, her uğradığı yerde insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. İran sınırında Şah İsmâil'in muhâfızları ile karşılaştı. Onlar, gelip geçenlere nereden gelip, nereye gittiklerini sorarlardı. Bu sorgulamada muhâfızların başındaki çavuş, Sultan Dîvânî'ye edepsizlik etti. Bu yüzden dili tutulup, bu halde reislerinin yanına gittiğinde, oradakiler, çavuşun hâlini görünce, içlerinden biri Sultan Dîvânî'nin üzerine doğru yürürken eli felç oldu. Onlardan Sultan Dîvânî'ye zarar vermek isteyenlerden herbirinin başına bir iş geldi.

Böylece Sultan Dîvânî'ye zarar veremeyeceklerini anlayıp, ona iyi muâmelede bulunmak zorunda kaldılar. Sultan Dîvânî rahat bir şekilde Şah İsmâil'in başkentine vardı.Şah İsmâil, Sultan Dîvânî'nin geldiğini duyunca, görünüşte, gelişini tebrik etmek hakikâtte ise, onun ahvâlini araştırmak maksadıyla adamlarını yanına gönderdi. Adamlarından herbirisi kendilerine göre Şah İsmâil'e rapor verdi. Şah İsmâil adamları ile görüştükten sonra ikrâm görünüşünde, onun için bir dergâh yaptırıp, her bakımdan onu kayıt altına almak ve onun tekrar memleketine dönmesine mâni olmak istedi. Bunun üzerine Sultan Dîvânî; "Dervişlere ikrâm, Dîvân-ı Kebîr'in teslimi iledir." buyurarak, maksadını ifâde etti. Şah ve vezîri aralarında anlaşarak bir ziyâfet esnâsında Sultan Dîvânî'nin zehirlenmesine karar verildi. Bu durum Allahü teâlânın izni ile Sultan Dîvânî'ye mâlûm oldu. Yemek sırasında verilen zehirli şerbet kâsesini alıp, Şah İsmâil'e hitâben; "Bu can eriten kâseyi Şah mı yoksa, vezir ile mi içeyim?" dedikten sonra vezire yüzünü çevirdi. Bir yudumda içti. Allahü teâlânın ihsânı olarak, zehrin tesiri kalmadı. Şâh İsmâil onun bu kerâmeti karşısında istemeyerek de olsa, Dîvân-ı Kebîr'in kendisine verilmesini emretti. Sultan Dîvânî'nin bu kerâmetini gören devlet ricâli arasında onu sevip, Eshâb-ı kirâm düşmanlığı inancından vazgeçerek Ehl-i sünnet îtikâdına dönenler oldu.

Sultan Dîvânî, Dîvân-ı Kebîr'i teslim alacağı yere talebeleri ile birlikte büyük bir şevk ve heyecanla vardı. Halk onları büyük bir merakla tâkib ediyordu. Sultan Dîvânî orada insanlara nasîhat dolu güzel bir vâz verdi.Teslim işleri bitip ayrılacakları sırada, birçok kimse Ehl-i sünnet îtikâdına dönerek, Sultan Dîvânî'nin elini öpmek için sıraya girdiler. Bunlar arasında Şah İsmâil'in oğlu da vardı. Şah İsmâil bunu duyunca çok kızdı ve Sultan Dîvânî'nin arkasından askerler gönderdi. Askerler Sultan Dîvânî'nin bulunduğu kervana yaklaşınca, başındaki külahı kılıç gibi onlara doğru tuttuğunda, askerler perişan oldu. Kurtulanlardan bâzısı kaçtı, bâzısı da tövbe ederek Ehl-i sünnet îtikâdına girdi.

Sultan Dîvânî dönüşünde Bağdât, Halep üzerinden Konya'ya geldi. Dîvân-ı Kebîr'i yerine koydu. Bu sırada kırk kişi ona halîfe olmakla şereflendi.

İbrâhim Gülşenî, Mısır'da Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yaymak için çalışıyordu. Herkes kâbiliyeti nisbetinde ondan istifâde ediyordu. Onun ismini zamânın sultanı Kansu Gavri de duydu. Zâhirî ve bâtınî himmetlerine kavuşmak için çeşitli ikrâmda bulundu ise de İbrâhim Gülşenî onun bu ihsânlarını kabûl etmedi. Ayrıca, adâlet ve iyilik üzere olması, bozuk îtikâdından ve taşkınlıklardan vazgeçmesi husûsunda tehdîdkâr nasîhatlarda da bulunup, kendisine Allah için buğzettiği intibâını verdi. Bu sırada Kansu Gavri'nin kâtibi Tomanbay, İbrâhim Gülşenî hakkında koğuculukta bulundu ve İbrâhim Gülşenî aleyhine ona eziyet ve sıkıntı vermek için tahrik etti. Bununla da kalmayıp onu zindana attırdı. Bu sırada Yavuz Sultan Selîm Han, Eshâb-ı kirâm düşmanı Şâh İsmâil üzerine sefere karar verince, Kansu Gavri, Şah İsmâil ile anlaşarak Osmanlı ordusunun İran tarafına geçmesine mâni olmak istedi. Sonra Mısır'a yapılan seferde iki ordu Mercidabık'da karşılaştı. Yapılan savaşta Kansu Gavri öldü. Mısır ordusu büyük bir mağlubiyetle geri döndü. Tomanbay, Mısır sultanı oldu. Tomanbay, İbrâhim Gülşenî ve talebelerine daha fazla eziyet etmeye başladı. Bu sırada SultanDîvânî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin mânevî işâreti ile, İbrâhim Gülşenî'yi kurtarmak için Mısır'a gitti.

Sultan Dîvânî, Mısır'da Bulak denilen yerde kendisi için hazırlanan yerde ikâmet etti. Bu sırada bir köşede unutulmuş olan İbrâhim Gülşenî'yi bulunduğu hapishâneye gidip, ziyâret etti. Mânevî bir himâye altında olduğunu müjdeledi. Buradaki sohbet sırasında hapishânenin içi ve dışı insanla doldu. Bunun üzerine Sultan Tomanbay ve devlet ricâli yapılan toplantı netîcesinde, topluluğun dağıtılmasına karar verdi. Görevli askerler Sultan Dîvânî'nin bulunduğu yere gelip, halkı dağıtmaya başladıkları sırada Sultan Dîvânî başındaki külahını eline alıp onlara doğru tuttu. Gelen askerlerin hepsine bir hal gelip, kaçmaya başladılar. Külahın karşısına rastlayanların vücudunda vurulmuş gibi izler bulunduğu görüldü. Tomanbay'ın vücûdunun bâzı kısımlarına felç geldi. Bu durum karşısında çâresiz kalan Tomanbay ve devlet erkânı, özürler dileyerek, İbrâhim Gülşenî'yi serbest bırakmak mecburiyetinde kaldı.

Sultan Dîvânî, Mısır'daki vazîfesini tamamladıktan sonra, geri dönmek üzere yola çıktı. Şam'ın bağ ve bahçelerine yaklaştıklarında henüz bahçelerde çiçekler daha yeni açmaya başlamıştı. SultanDîvânî'nin gelmekte olduğunu duyanlar, onu karşılamaya çıktılar. Bunlar arasında bağ ve bahçelerin sâhipleri de vardı. Bahçe sâhiplerinden SultanDîvânî, kavun karpuz istedi. Onların; "Henüz daha çiçekte ve bir kısmı da daha olmadı." demeleri üzerine; "Belli olanı, bilineni beyâna ne hâcet. Siz gidiniz getiriniz." buyurdu. Bunun üzerine bahçe sâhiplerinden üç kişi koşup, bahçelerinde olgunlaştığını tahmin ettikleri bir karpuz ile kavunu alıp, Sultan Dîvânî'ye hediye ettiler. İlk önce getireninki, olgun çıktı. Ondan sonra getireninki, biraz olmuş, en son getireninki ise henüz olgunlaşmamıştı. Sultan Dîvânî olgunlaşmış olanı kesip, orada bulunanlara ikrâm etti. Kavundan yiyenler, o zamâna kadar o tatta bir kavun yemediklerini söylediler.

Sultan Dîvânî bir müddet Şam'da kaldı. Bu sırada Şam'da bir kâdı vardı. Tasavvuf ehlinin aleyhine çalışırdı. Onlara eziyet ve sıkıntı verirdi. Hattâ Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin eserlerini satın alıp yakması, tasavvuf ehlini çok üzdü. Onun bu hareketlerinin gayret-i ilâhiyyeye dokunup cezâsını bulmasını bekliyorlardı. Sultan Dîvânî, Şam'ı teşrif edince, kâdının bu durumu arzedildi. "Onun hakkında hüküm verildi." buyurdu. Afyon'a dönerken yolda, Mısır üzerine sefere çıkmış olan Yavuz Sultan Selîm Han ile karşılaşan Sultan Dîvânî, sultana bâzı nasîhatlerde bulundu. Muhyiddîn-i Arabî'nin kabrinin ortaya çıkarılmasını, temizlenip, tâmir ettirilmesi husûsunda Yavuz SultanSelîm'e teşvik ve kâdının terbiye edilmesi husûsunda nasîhatte bulundu. Sultan Dîvânî, Afyon'a döndükten sonra bir gün âniden; "O kâdı kendi ateşi ile yandı. Onun işi halledildi. Muhyiddîn-i Arabî'nin türbesi temizlenip, tâmir edildi. Mısır, Yavuz Sultan Selîm'e teslim oldu." buyurdu.

Babası Abapûş-i Velî ile Sultan İkinci Bâyezîd-i Velî arasında nasıl yakınlık ve samimiyet var idiyse, SultanDîvânî ile Yavuz SultanSelîm arasında da o derece yakınlık vardı. Yavuz ekseriyetle mühim ve müşkil zor meselelerde SultanDîvânî ile istişâre için mektuplaşırdı. Aldığı cevâba göre hareket etmesiyle o sıkıntısı gider, işleri hayırla netîcelenirdi.

Sultan Dîvânî, ömrünün sonuna doğru ansızın vefât edeceğine dâir bâzı alâmetler gördü. Bir Cumâ günü sohbetten sonra baş ağrıları başladı.Ağrılar günden güne arttı. Ziyâretine gelen sevenleri ilaç almasını söylediklerinde; "Bu baş ağrısı, ölüm habercisidir. Ölümden başkası ile geçmez." buyurdu. Hastalığının ikinci Cumâsında ateşlendi. Rahatsızlığı sebebiyle, sevenlerinin üzülmesini görüp; "YarınCumartesidir. O gün biz rahata kavuşuruz." arkasından; "Yarın derd ve ilaç gâilesi düşüncesinden kurtulacağız." buyurdu. Cumartesi günü rûhunu teslim etti. Çok kalabalık bir cemâatle kılınan namazdan sonra Abapûş-i Velî'nin yanına defnedildi.

Sadrâzam KaraMustafa Paşa, SultanDîvânî'nin kerâmetlerini ve yüksek hallerini duyup, onun dergâhına hizmet etmek istedi. Türbesini ve dergâhının baştan başa tâmir ve yenilenmesi için çok miktarda para ve usta gönderdi. Tâmir sırasında âni bir yangın çıktı. Bunun üzerine gerekli hazırlıklar tamamlanıp tekrar tâmir işine başlandı. Bu sırada dergâhın hizmetçilerinden Gülüm Dede, SultanDîvânî'yi rüyâsında gördü. Ona; "Ayak ucumda gömülü olan hazîneyi aç. Türbenin tâmiri için lâzım gelen masraflara oradan sarfet. Hiçbir kimseden maddî yardım kabûl etme." diye tenbihte bulundu. Gülüm Dede söylenilen yeri kazınca bir küp altın çıktı. Sadrâzamın memurları bu duruma çok hayret ettiler. Durumu sadrâzama bildirecekleri sırada paşanın ölüm haberi geldi ve dolayısıyla tâmir için gerekli yardımın yapılamayacağı bildirildi. Çıkan altınlar ile Gülüm Dede türbeyi tâmir ettirdi ve kalanını da fakirlere ve Sultan Dîvânî'nin çocuklarına verdi.

Sultan Dîvânî'nin şiirlerinden birisi şöyledir:

Şem-i rûyına cismimi pervâne düşürdüm
Evrâk-ı dili âteş-i sûzâne düşürdüm

Bir katre iken kendimi ummâna düşürdüm
Eyvah yolumu vadi-i hüsrâna düşürdüm.

Takrîr edemem, derd-i derûnum elemim var
Mevlâ'yı seversen beni söyletme gamım var!

ŞÂHİDÎ İBRÂHİM DEDE

Mevleviye yolunda yetişen evliyânın meşhurlarından. Ayrıca şâir olup şiirlerinde Şâhidî mahlasını kullanmıştır. Muğlalı olup, 1470 (H.875) de doğdu. 1550 (H.957) senesinde Muğla'da vefât etti. Şeyhlik yaptığı Muğla Mevlevîhânesinde, dergâhında babası Hüdâî'nin yanına defnedildi. Semâhâne-i Edeb kitabında Afyonkarahisar'da defnedildiği de bildirilmektedir.

On sekiz yaşına kadar memleketinde, sonra Bursa ve İstanbul'da çeşitli ilimleri tahsil edip ilimde yetiştikten sonra,Afyonkarahisar'da Sultan Divânî hazretlerinin sohbetlerinde bulunarak tasavvufda kemâle erdi. Farsça ve Türkçe şiirler yazmıştır. Gülşen-i Esrâr, Gülşen-i Tevhid, Gülşen-i Vahdetadlı mesnevî tarzında manzum eserleri vardır. Ayrıca Gülistan kitabına bir şerh yazmıştır. Türkçe, Farsça divanları vardır. Şâhidî ismiyle tanınan Farsça manzum bir lügat yazmıştır. Bu lügat meşhur ve muteberdir. Şâhidî Manzûmesi ehli tarafından şerh edilmiş, üzerine nazîreler yazılmıştır. İbrâhim bin Süleyman Ezherî tarafından Arapçaya çevrilmiştir. Abdülkâdir Bağdâdî ve Eğribozlu Ahmed Selâmi tarafından muhtasar olarak (kısaca) Arapçaya tercüme edilmiştir. Ayrıca manzum olarak Rumcaya da çevrilmiştir. Gülşen-i Tevhid adlı eseri, Mesnevî'nin altı cildinin herbirinden yüzer beyit alıp tahmis etmek sûretiyle yazdığı bir eseridir.